www.mustafabalel.com |
Gürünlülerin ceviz, Zilelilerin pekmez ve pestil, şimdilerde kentin mahallerinden birine dönüşen Şimkürekliler ile Kaldılıların eşek sırtlarında madımak, kil, höllük sattıkları… Genç kızlar başta olmak üzere mahalle sakinlerinin askerliğini Sivas’ta yapan Fikret Hakan’ı ya da Çirkin Kral Yılmaz Güney’i – onu daha çok delikanlılar merak ederdi – görebilmek umuduyla sokaklara üşüştükleri… Çatılardan saçak saçak buzların sarktığı günlerde, babalarımızın işlerine evden eve açılan kardan tüneller yardımıyla ulaşabildikleri bir mahalleydi Kaleardı. Konservenin, donmuş gıdanın, seracılığın, derin dondurucunun bilinmediği o dönemlerde, kışın yaklaşması yaz boyu süregelen hazırlıklara bir ivme kazandırırdı. Odun, kömür alınır, kavurmalar yapılır, turşular kurulur, duvarlara gerilen iplerde patlıcan, biber kurutulurdu. Bulguru, eriştesi, teneke teneke tuzlu yağları da unutulmazdı tabii. Kışın yegâne sebzesi lahanaya eşlik etmesi için bol bol patates, havuç, turp şalgam depolanır, bunların bir kısmı bahçelerde kazılan derin çukurlara gömülerek tazeliklerini korumaları sağlanırdı. Tavan arasına kasalar dolusu kış üzümleri çıkarılır, üvez hevenkleri asılırdı. Burnumuzun dibindeki Şeyhçoban Tekkesi’ni, yanı başındaki anıtsal çeşmeyi ya da birkaç adım ötede yükselen ve başlı başına bir sonsuzluk anıtı olan Gökmedrese’yi hesaba katmasak bile, dört bir yana saçılmış cennet bahçeleri içinde güm güm gümleyen görkemli konaklar, Kaleardı’nın bir zamanlar kentin seçkin mahallelerinden biriyken, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Devlet Demiryolları Fabrikası’nda çalışan işçilerin oturdukları mahallelerden birine dönüşüverdiğinin en canlı kanıtlarıydı. Anneannemin bu tür bir çöküşten uzak bir mahalle olan Mehmetpaşa’daki evinden, dünyaya gelişimin üçüncü yılında taşındığımız bu mahalle, yaklaşık on bin işçinin çalıştığı söylenen söz konusu fabrika ile çarşı arasında bir tampon bölge oluşturmaktaydı. Gelgelelim halkı, çarşıdan çok fabrikayla içli dışlıydı. Onunla bütünleşmişti adeta. Fabrikanın saat kulesi onun saati, fabrikanın elektriği onun elektriğiydi. Aralıkları insanda düşecekmiş izlenimi bırakan basamaklarından korkuyla tırmandığımız fabrika sineması onun sinemasıydı. İşçi ailelerinin kartla girebildikleri bu sinemaya konuk götürmek de mümkündü. Her şey bir misafir kartının başına… Sinema girişinde ayakkabılarını çıkarıp eline alan, filmin kötü adamı Ahmet Tarık Tekçe tarafından tuzağa düşürülmek üzere olan Muhterem Nur’a “Kız Allah canını almaya! O ipsizin yalanlarına ne kanıyorsun, zilli!” diye avaz avaz bağırarak devasa salonu bir anda kahkahaya ve ıslığa boğan Terzi Aliye’nin sinemayla ilk tanışması da babamın çıkardığı bu misafir kartı sayesinde olmuştu. Fabrikanın borusu mahallenin çalar saati gibiydi. Kapı önlerinde lafa dalan hanımları telaş içinde mutfaklara koşuşturan bu boru sesiydi. Mahallenin sırtını verdiği kaleden atılan Ramazan topunu duymayanlar fabrikanın ulu saat kulesinin ışıklarına bakarak anlardı iftar vaktinin gelip gelmediğini. Fabrikanın hastanesi mahallelinin hastanesi, fabrikanın kantini mahallenin süpermarketiydi. Hele o vagonlarının çekildiği kör hatlar… Kollarımızı iki yana açarak rayların üzerinde yürümeye çalışan biz çocukların olduğu kadar lokomotiflerden dökülen kömür kırıntılarını toplayan çingeneler için de önemliydi buralar. Dolayısıyla fabrikanın varlığı… Büyüklerimizin sözünü tutarak bu insanlardan kıyı bucak kaçardık, ama aynı işi yapan Analık’tan kaçmazdık. Çünkü onun başımıza çökme tehlikesi yoktu. Ayrıca annelerimizin “Oğlunun yuvasını yıktı, gül gibi gelini sokaklara düşürdü, kuyruklu cadı!” diye gördükçe dişlerini gıcırdatarak kapıyı yüzüne kapattıkları bu yaşlı kadının kuyruğunu merak ederdik. Nasıl ki Nil, Mısır için bir hayat kaynağıysa, bu fabrika da Sivas için öyleydi. Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânı... İşleri ters giden Sivaslıların da sonunda sığınacağı ekmek kapısı işte bu fabrikaydı. Mevlüdanne’nin kendinden yirmi beş yaş küçük son kocasının kıyıcılık işi kesat gitmeye başladığında, Dudu Abla’nın hayırsız kocasından boşandığında, kebapçı Zarif’in oğlunun tüm servetini kumar masasında bıraktığında yaptıkları gibi… Bazı şeylerin insanı bazı normlara götürdüğü bir gerçek. Alman dendiğinde göz önünde canlanan tiple İngiliz dendiğinde canlanan tip aynı değildir. Sivas dendiğinde de böyle bir şey söz konusu olmalı ki upuzun boyum, dal gibi bedenim, yeşile çalan gözlerim, düz sarı saçlarımla Sivaslılığa yakıştırılamamışımdır nedense. Kendi kentimde bir yabancı olarak görülmüşümdür hep. Bunun en ilginç örneğini de Sivas Kongresi’nin yapıldığı tarihi Sivas Lisesi’nde okuduğum yıllarda yaşadım. Sanıyorum lise ikinci ya da üçüncü sınıftaydım. Atagün adında bir arkadaşımla bir sanat tarihi ödevi için, Kızılırmak’tan Mısmıl Irmak’a kadar kentin büyük bir kesimine hakim bir tepe olan Yukarı Tekke’de, Battal Gazi’nin torunu olduğu söylenen Abdülvahap Gazi’ nin baldaken türbesini incelemeye gitmiştik. Mezarlığın orta yerinde yalnızca altı ayağı kalmış olan bu türbenin yanı başındaki küçük cami ilgimizi mi çekti, yoksa oraya da mı yine böyle bir inceleme için girdik bilemiyorum... Geçmiş gün unuttum gitti... İnsan belleği neleri unutmuyor ki... Ayakkabılarımızı çıkarıp içeri dalıyor ve etrafa şöyle bir göz attıktan sonra köşedeki sandukayı incelemeye koyuluyoruz. İçerisi boş. Rahatsız edeceğimiz kimse yok. Ama biz yine de kutsal bir yerde olmanın bilinciyle fısıldaşarak konuşuyoruz. Bir ara arkadaşımın sustuğunu fark ediyorum. Ardından da sezdirmeden arkama bakmamı söylüyor. Ama kuş diliyle!… Başımı çeviriyorum. O da nesi! Meğer imam ayakkabılarımız elinde, peşimiz sıra bizi izlemesin mi! Keyfimiz kaçıyor tabii. Kim ister izlenmeyi! Bir an önce konuşmalarımızdan yakaladığı bazı sözcükleri “Selçuklu”, “Abdülvahap Gazi…” diye papağan gibi tekrarlayarak konuşmaya katılmaya çalışan bu baykuş gözlü adamdan kurtulmaya bakmalı. Ne var ki içimiz de rahat değil hani: Ya turist olmadığımızı anlar da kızarsa? “İyi ama kabahat benim mi, kendisi öyle sandı!” diye fısıldıyorum Atagün’ün kulağına. “Ba-bah-şi-şiş-ko-ko-pa-pa-ra-ra-cak-ke-ke-riz!” diyor arkadaşım. Ardından da göstermeden bir el hareketi yapıyor: “Na-nah-a-a-lı-lır-ba-ba-yı…” “Aa! N’apıyorsun, kutsal yerde...” diye çıkışıyorum arkadaşıma. Günah çıkarmak istercesine içimden bir fatiha okuyarak çıkış kapısına doğru ilerlemeye koyuluyorum. Bir ara, kulağına fısıldayayım da o da aynı şeyi yapsın diye başımı çevirdiğimde ne göreyim? Meğer Atagün bu konuda benden daha hızlı değil miymiş! Ben duayı daha yeni yarılamışken o bitirmiş de yüzünü sıvazlıyor... Kapıya yöneldiğimizi görünce koşturup omzuyla ana mekânı küçük aralıktan ayıran sırınmış kilimden yapılmış örtüyü kaldırıyor ve geçmemize yardımcı oluyor imam. Birbirine alabildiğine yakın gözlerinin adeta bir baykuş havası verdiği yüzü, kolunun yenine ve pantolonunun yanlarına sürerek tozunu aldığı ayakkabılarımızı giyişimizi izlerken birden pek de o kadar itici görünmez oluyor bana. Teşekkür ediyoruz. Kendi diliyle teşekkür ettiğimizi görünce çocuklar gibi sevinerek, hiç de öyle söylemediğimiz halde tam bir turist edasıyla yinelemeye koyuluyor: “Te-şek-kür-e-de-rim ! Te-şek-kür-e-de-rim!” Kendi mahallemde bile aynı şeye çok tanık olmuşumdur. Evimizin hemen Gökmedrese’nin karşısında olmasının da bunda payı olduğunu kabul etmek gerek… İster yalnız olayım, ister bir arkadaşımla birkaç ev uzaklaşmaya göreyim hemen medreseyi gezmeye gelmiş bir turist gözüyle görülür, yanımdakine avaz avaz bağırılarak sorulurdu: “Ula, İngiliz mi, Fransız mı? Sorsana bakalım şu gence, sevmiş mi Sivas’ımızı?” Bugün bunca yıl aradan ve bunca değişimden sonra, Kurban Bayramlarında, doğduğum ve hayatımın yirmi yılı aşkın bir süresini geçirdiğim bu kente ailemi ziyarete gittiğimde, üzerime çevrilen meraklı bakışlarda aynı soruyu okur gibi oluyorum: “Ula, İngiliz mi, Fransız mı ? Sorsana bakalım şu adama, sevmiş mi Sivas’ımızı?” Ve “Hıhhı, seviyorum, hem de çok seviyorum Sivas’IMIZI” dercesine sevgiyle bakıyorum yüzlerine. İl İl Türkiye Ansiklopedisi, 3. Cilt Sayfa 827 |
MISIR İÇİN NİL NE İSE FABRİKA DA SİVAS İÇİN OYDU MUSTAFA BALEL |