www.mustafabalel.com |
ASMALI PENCERE MUSTAFA BALEL Adam Yayınları 1984, İstanbul 278 sayfa |
Dün kahve verdiğim adama vermişler beni. Hani, beyefendiyle kameriyede uzun uzun konuşan şu yaşlı adama. Duyunca beynimden vurulmuşa döndüm!... O benim akranım mı ayol! Babam yaşındaki adam! Ne babamı, dedem yaşında var. Görmüyor musun, saçı sakalı ağarmış. Eli yüzü kırış buruş, oklava gibi damarları fırlamış her yandan. Gözlerinin feri gitmiş... Doğru dürüst konuşası gelmiyor. Ağzından cımbızla laf alıyorsun. O da yetmezmiş gibi her sözün başı: öhhö öhhö!... Bir tuhaf oldum!... Daha yaşım ne başım ne benim! Sen tut, elâlemin bir ayağı çukurdaki adamına yamamaya kalkış... Başımdan kaynar sular boşandı bir anda… O tiridi çıkmış herif benim kocam olacak ha! Hanım da öyle rahat söylüyor ki! Kız kısmı bekletmeye gelmezmiş. Eh, çocuk sayılmazmışım artık; neredeyse yirmi ikime basacakmışım. Hoş, belki daha da fazlaymışım... Bizim gibilerin nüfus kağıdına mı bakıyorsun; Allah bilir, beş on yaşına basarmışız da kütüğe geçirmeyi ancak akıl edermiş ana babalarımız. Hem artık Suha’nın dönmesi yaklaşıyormuş. Gerçi Avrupa’larda büyümüş; ona göre hava hoşmuş. Döner dönmez etrafı kızdan geçilmezmiş ama belli mi olur?... Ne de olsa erkekmiş... Ateşle barut bir arada olur mu! Hazır kısmetim çıkmışken gidip yerime yerleşmeliymişim. Sen bakma, adam biraz yaşlıcaymış ama fena mı ayol; keşke herkesin başına öyle devletkuşu konsaymış. Genç olacak, yakışıklı olacak da ne geçecekmiş ki elime? Bütün gün kuşkudan kendi kendimi yiyip bitireceğime, oturur keyfime bakarmışım. Ben korkacağıma, bırak o korksun, bırak o karabasanlar içinde kıvransınmış. Acaba kiminle kırıştırıyor, kiminle geceliyor diye… Eh, bilirsem hanımım bana en büyük iyiliği ediyormuş. Bunu herkese yapmazmış. Beni severmiş… Bunca yıl evindeymişim, bir bakıma elinde büyümüşüm de bir gün olsun hizmetimi aksattığımı görmemiş. Hem fena adam da sayılmazmış canım Hüsnü Efendi. Ohoo, nice adamlar görmüş ki ondan besbeter; avurdu avurduna geçmiş, tiridi çıkmış; yine de değme gençten yaman oluyorlarmış. Bakma sen, erkeğin oturmuş durmuşunun hali başkaymış. Gençlerin fiziğiyle kalıplarından başka neleri varmış ki! Böyle yaşlı diye gözüne kestirmediklerini sen bir de yatakta görecekmişsin... Değme gençleri suya götürür susuz getirirlermiş. Allah aşkına kuzum, o kadar sorun etmeye değer mi? Koca mı koca... Evli misin, evliyim. İşte o kadar! Kadın dediğin onu bilmeliymiş. Geri laf-ı güzaf! Hangi kadın sadece kocasına bağlanıyormuş ki Allah aşkına!... Adamcağızın dünyaya kazık çakacak hali de yokmuş. Bakarsın günün birinde, ‘lark’ diye devriliverirmiş. Oooh, keka! Yer içer, hayatın tadını çıkarırmışım. Bakma hımbıl falan görünürlermiş ama kıyıda köşede paraları olurmuş böylelerinin. Kirli çıkı olurlarmış. Yemez içmez bir köşeye yığar, böyle benim gibi akıllının biri çıkar, her şeyin üstüne otururmuş. Anlatıp durdu, ama sen gel de bana sor!... Yerin dibine girdim girdim çıktım. Kandıracak, sözüm ona yaptığının yerinde bir davranış olduğuna inandıracak beni. Ağzımı açıp tek söz etmedim. Kanımı içime akıtıp sessiz sedasız dinledim. Dün bütün gün Sırma ile beraberdik yine. Hani canım, şu bizim besleme kızla!... Babam dışsatım sözleşmeleri için Suudi Arabistan’a gitmişti. Ay be, Suudi Arabistan’ı da nereden çıkardım! Oraya geçen ay gitti. Bu defaki, dur bakayım neresiydi?.. Lib... Evet evet, Libya! Onlar da Arapmış, onun için karıştırdım galiba. Libya’da da çok tutuyormuş bizim kadifeler... Dünyanın parasını veriyorlarmış... Neyse, işte babam oraya gitmişti, annem de diş doktoru Şadi Bey Amca ile şöyle bir açılmıştı. Ama bu defa bizim kotrayla değil, Şadi Bey Amca’nınkiyle. Tabi, hep bizimkiyle mi olacak, bir de onunkiyle açılsınlar. Beleşçi n’olacak, hep bizimkine binsin, kendi kotrası biblo gibi beklesin! Ama bravo anneme! Bu defa iyi etti, ne bahane uydurduysa onun kotrasıyla çıktılar. Giderken annem mi tembih etti, yoksa işgüzarlığından mı, bütün gün burnumun dibinden ayrılmadı Sırma. Aklı sıra bana yaranacak. Aman bir ilgi, bir ilgi!... “Cudi, koşma ablacım, terleyiverirsin.” “Cudi, havuza çok yaklaşma ablacım, ayağın kayıverir de...” Kayarsa kaysın ona ne? Düşerim de çıkarım da, o ne karışıyor! Senin gibi yüzme bilmez değilim ben, manyak! Suyu görünce ödüm kopmuyor. Düşermişim!... Ben, onun maksadını biliyorum; düşüp soğuk almamla falan ilgisi yok. Annemden korkusundan öyle yapıyor. Tabi, düşünce, üstüm başım ıslanacak, soğuk alıp yorgan döşek yatacağım; annem ona kızacak. “Sen burada bostan korkuluğu musun?” diyecek. Sabah akşam yattığı, yiyip içip et bağladığı, hiçbir işe doğru dürüst bakmadığını söyleyerek etmediğini bırakmayacak. Hele de sinirliyse... Şadi Bey Amca laf arasında bir kadının güzelliğinden, çekiciliğinden dem vurmuşsa... Annemin birkaç gün sonrası için verdiği randevuyu birtakım bahanelerle atlatmaya kalkışmışsa... Eh, o zaman yandı kız!... Bir kafasının gözünün kırılmadığı kalır. Hoş, bu gibi durumlarda olan yalnızca o zavallı beslemeye olmaz tabi. Annemin sinirliliğinden hepimiz payımızı alırız. Ben, aşçımız Katina, bahçıvanlık yapan şu yaşlı Resul Efendi. O adama ben ne diyorum, biliyor musunuz? Baykuş Gözlü Arşak. Evet evet, Baykuş Gözlü Arşak diyorum! Göreceksiniz, ne kızıyor! İstediği kadar kızsın! Baykuş Gözlü Arşak işte! Aslında Baykuş Gözlü Arşak’mış ama annesi babası nedense Resul koymuşlar şapşal şeyin adını. Bir kere gözleri küçücük; yuvalarının içine çekilmiş. Hani boyama kitaplarındaki baykuşların gözlerine benziyor. Sonra annesi babası azınlıktan da olabilirdi. O zaman adı Resul değil Arşak olurdu. Fena halde bozuluyor ama bir şey demiyor. İbiklerine dek kızarıyor. Başını eğip susuyor. Baykuş Gözlü Arşak’ı kabul ettirdim de, şu kızarma huyundan vazgeçiremedim manyağı. “Söyle bakalım, kimsin sen?” diyorum. Kocaman budama makasının bulunduğu eliyle sigaradan sararmış kır bıyıklarını sıvazlayarak şöyle bir yüzüme bakıyor: “Baykuş gözlüyüm...” “Yo yo, tamamını söyle!’’ diye diretiyorum. “Şey...” diye geveliyor. Eğilip sözüm ona japongüllerinin arasında kurumaya yüz tutmuş dallardan birini kesiyor. Fıskiyenin yerini değiştirmek üzere sulama sehpasına doğru ilerlemeye koyuluyor. “Hey!’’ diye bağırıyorum çığlık çığlığa. “Hani kim olduğunu söyleyecektin!...” Demir sehpayla çimenlerin arasına yerleştirilmiş fıskiyeli hortumun yerini değiştirirken aklınca soruma yanıt veriyor. Bahçıvanmış! Hadi be manyak, ben sana onu mu soruyorum! Bahçıvan haline bakmadan beni uyutacak, aptal!... Bir koşu fıskiyeli hortumu elinden kapıyorum. Suyun yönünü kendi üzerime çevirir gibi yaptığımı görünce hemen dize geliyor. İsterse gelmesin! Kendimi bir güzel ıslatırım, sonracığıma koşar anneme, ağlayarak Baykuş Gözlü Arşak’ın beni ıslattığını söylerim. Adam kurnaz, biliyor tabii. Hemen yelkenleri indiriveriyor. “Baykuş Gözlü Arşak’ım!” diye geveliyor. Demesine diyor, ama bunu söyletmesem de boynunu vursam ya da akşam yemeği yok sana desem, bu kadar dokunmayacak ona. “Bir daha söyle!...” “Baykuş Gözlü Arşak’ım...” “Baykuş Gözlü Arşak...” “Baykuş Gözlü Arşak...” “Arşak, Baykuş Gözlü Arşak!...” Oh, kendisine de kabul ettiriyorum!... Şapşal, hem kendi ağzıyla “ Baykuş gözlü Arşak’ım” diyor, ben deyince kızıyor. İbiklerine dek kızarıyor. Ama dur, yakında onu da bıraktırmazsam, bana Cudi demesinler! Neyse, bütün gün o salak kızla bir arada olduğumuzu söylüyordum değil mi? Görseniz neler yaptım! Ağzından burnundan getirdim sersemin. Peşim sıra koşturtmalar mı desiniz, horoz gibi öttürüp eşek gibi anırtmalar mı... Bahçıvan kulübesine tırmandırıp üstünü başını yırttırmalar mı... Bir bakmışsın manolya isteyeceğim tutuyor, başlıyorum ağaca tırmanmaya. Aslında o koskoca ağaca, dalsız budaksız manolyaya tırmanamayacağımı bal gibi biliyordum. Ama maksadım başka. Nasıl olsa besleme kızın beni tırmanmaya bırakmayacağını, direttiğimi görünce de çıkıp kendisinin koparmaya kalkışacağını biliyordum. Tabi koca gövdesiyle ağaca tırmanayım derken, sırt üstü düşüp bir yerini incitecek, üstünü başını yırtacak, kendi derdine düşüp beni bırakacaktı. Bu arada ben de canımın çektiği gibi oynayıp aklıma esen yaramazlığı yapabilecektim. Doğrusu bu ya kızın da bu yaramazlıklarıma isteyerek katlandığını hiç sanmıyorum. İşin içinde korku olmasa, benim sözümle o koca gövdesini güçlükle sürükleyerek bahçenin öte başından, yedikandillisüreyyaların oradaki çakılları birer birer getirtmeme katlanır mı? Yalnızca getirmekle kalsa ne âlâ, yirmi taşı tamamladıktan sonra kan ter içinde yeniden götürüp teker teker yerlerine bırakmak var bir de... O iğrenç tırtılı boynunda yürütmeme, Baykuş Gözlü Arşak’ın yeni kazdığı topraktan çıkardığım parmak kalınlığında mosmor et parçasını andıran solucanı öptürmeme boyun eğer mi? Eh, korku da işe yarıyor bazen. Öyle olmasa kime sözümü geçirebilirim ki! Kimseye… Mutfaktan her gün aşırdığı yiyecekleri, parça parça etleri, paket paket yağları, fındık fıstık şekeri, babamın mahzendeki o canım Portekiz şaraplarını her gün mutfak kapısına gelen yaşlı kambur bir adama verdiğini söylemekle tehdit etmesem o tombul Katina, o et yumağı kadın, benim sözümle ağaçların dallarına tırmanarak kuş yuvalarını bozmaya yanaşır mı? Minnacık yumurtaları, yumurtadan yeni çıkmış yavruları çöp kutularına atar ya da ayaklarının altında ezip sonra da iki gözü iki çeşme odasına çekilip istavroz çıkarmaya, tespih çekmeye koyulur mu? Olayı takip eden ilk Pazar günü, sabahın köründe takıp takıştırıp ağlamaktan ciğer gibi kızarmış gözlerini bir güneş gözlüğüyle gizleyerek Arnavutköy’deki kiliseye günah çıkarmaya damlar mı?... Güya o kambur adama verdiği pakette üstüne dar gelen birkaç robuyla, eski iç çamaşırları varmış. Kullanmıyormuş; durup güvelere yem olacağına vereyim de amca kızım giysin demiş. O kambur adam amca kızının kocasıymış. Eskiden bir tavernada piyanistlik yapıyormuş; bir çıngar sırasında ne olduysa, sarhoşun birinin bıçağı omurgasına saplanıverince işte böyle iki büklüm kalmış. Amca kızının, zaten sağlığı yerinde değilmiş, kocası bu duruma düşüp de evin yükü omuzlarına binince olan olmuş… Gece yarılarına dek çalışmaktan, soğuktan sıcağa derken, adamakıllı üşütmüş ciğerlerini. Şimdi temizliğe falan gitmek şöyle dursun, pazar günleri kiliseye bile gidemiyormuş. Kocası da artık Kumkapı meyhanelerinde keman çalıyor, önündeki tabağa atılan üç beş kuruşla boğazlarını zor doyuruyormuş. Kadına bak be, hem anlatıyor, hem ağlıyor. Aklınca beni yumuşatacak. Pışııık! Var mı bende o göz!... N’apayım, yoksul olmasaydılar… O kambur adamı tek bir defadan başka gördüysem, sevdiğimin başı için söyleyeymişim. Tamam bir defa gördüm, ama bir defa gördüm diye hemen öyle söylemem mi gerekiyor? Sonra dediğimi nasıl yaptırırım Katina’ya? Annem fazla tatlı yememe kızıyor. Dokunuyormuş. Şekerim yükseliyormuş. O kambur adamın koltuğuna paketler kıstırdığını söylemekle tehdit etmesem o hınzır Katina el altından tatlı yedirir mi bana?... Üstelik bitişik yalının bahçıvanının oğlu Ferhat’la çilsarmaşıklar arasında yaptığımızı gördü; onu söyleyiverir anneme. Gerçi Ferhat’ın zorladığını söyledim, benim suçum olmadığına inandırmaya çalıştım ama kapının önünden zorla içeri sürüklediğimi görmüş hınzır. “Çocuğun hiç gönlü yoktu, boşuna yalan kıvırmaya çalışma!” diyor. Hadi neyse bir çocukluk yapmışız. Bir daha görür de mamama söylemezse ne olsunmuş! A-a! Kadına bak be! Bir aşçı parçası bana gözdağı vermeye kalkışıyor... Salak şey, zor kullanmış olsa, öyle sessiz sedasız mı olurmuş her şey? Gönlüm olmasa alimallah yeri göğü birbirine katarmışım. Sana ne pasaklı Kadriye! Oh işte! Ben de ona Katina demiyorum!...... |
ASMALI PENCERE |