BÜKREŞ GÜNLERİ Mustafa BALEL 4 Eylü YAYINLARI 1985, İSivas 102 sayfa |
ÜNLÜ BİR RESSAMIN ATÖLYESİNDE Bay Calafateanu’nun atölyesi, Calae Victoriei’de, Romen Yazarlar Birliği’nin saray yavrusu yönetim yerine giderken, Hotel Bucureşti’yi geçince birkaç yapı ötede hemen. Bükreş’in en gözde butiklerinin, elsanatları ürünlerinin satıldığı dev mağazaların, devasa kitapçı dükkânlarının ve rafların neredeyse büyük bir kısmı boş hangar gibi ayakkabıcı dükkanlarının, müzik mağazalarının bulunduğu caddede. Vitrininde alçıdan olduğunu çok sonraları anlayabildiğim pastaların yanında küçük vanilya yağı şişelerinin, plastik milis coplarının – içinde çocuklar için şekerleme varmış -, teneke kutularda Küba patentli greyfurt sularının sıralandığı pastanenin bulunduğu caddedeki büyük yapılardan birinin alt katında. Avlu içinde, küçük, karanlık bir atölye. Bir yanında bir kundura tamircisi, bir yanında tabelasında berber olduğu belirtildiği halde müşterileri nedense, bende daha çok maniküre gelmiş orta gelirli erkekler izlenimi bırakan bir salon… Nereden çıktıklarını göremediğim, muşambalaşmış tulumları yağlıboya mı, tutkal mı olduğunu çıkaramadığım bir sıvıya bulanmış kişiler dolaşıyor küçük avluda. Üçüncü gidişimde portremin içine sinmediğini, acelem yoksa şöyle birkaç eskiz daha çiziktirmek istediğini söylüyor Bay Calafateanu. Eh! Ne acelem olacak!... Ben böyle diyorum ama ressam dostum aynı görüşte değil. Yurttaki yemeği kaçırmak istemiyorsam, dakik olmam gerekiyormuş. Şöyle bir saatine bakıyor. Eh, fena sayılmazmış! Yarım saat yol payını ayıracak olursak, otuz beş dakikamız varmış. Bu arada çalışmaya geçmeden küçük bir ricası varmış. Bir tablo gösterecekmiş. Görüşümü almak istiyormuş. Bakalım tanıyabilecek miymişim? Daha arkasına sakladığı tablonun ön tarafını çevirmeye kalmıyor: “Aa! Ne çabuk bitti!...” diyorum. Benim kadar o da şaşırıyor. Şu faltaşı gibi açılmış boncuk mavisi bir çift gözü, geniş alnına dökülen birkaç tel saçı, alta doğru indikçe armudileşen yüzü tanımayacağım ha! Hoşuna gitmiş olacak rahatlıyor Bay Calafateanu. Şöyle bir silkiniyor, boynundan eksik etmediği ipek fularının düğümünü düzeltiyor. Sehpasının başına geçmeden önce taburemin yerini ışığın durumuna göre ayarlıyor. Tuval öncesi kocaman resim kağıtlarına çiziktirdiği portrelerimi birbiri ardına yırtıp sehpasına yeni kağıtları yerleştirirken bir yandan da söyleşiyoruz. Antoine’ın sorunu nihayet çözümleniyormuş. Sanat eserlerini koruma yasasına göre tablonun yurt dışına çıkarılması için gerekli işlem yapılmış. Antoine’dan aldığı dövizden Sanatçılar Birliği’nin biçtiği değer kadarını götürüp Romen parasına çevirmişler. Bankadan aldığı yazıyı aynı kuruma teslim edip çıkış izni alacakmış, hepsi o kadar… Bu giriş faslını benim ülkemle ilgili sorular izliyor. Resimleri benim ülkemde beğenilir mi? Bizde resim iyi para getiriyor mu? Bir röprodüksiyon albümü verse, sanat galerilerine gösterip alıcı bulabilir miyim?... Derken sıra İstanbul’a geliyor. Bu güzel kentin resimlerini yapmayı çok istiyormuş. Bir süreliğine İstanbul’da bulunma durumu olsa, bir sürü resim yaparmış. Tabloları da kapışılırmış. İnsanlar bir yabancının kendi ülkeleriyle ilgilenmesinden son derece heyecanlanıyormuş. Bunu Fransa deneyiminden dolayı çok iyi biliyormuş. Yırttığı kağıtların sayısı arttıkça morali bozuluyor olmalı, bazılarının portrelerinin yapımının zorluğuna değiniyor. Ben de işte bu zor portre verenlerdenmişim. Her resim Antoine’ınki gibi kolay olsa... Sözünün burasında durup başını öne arkaya oynatarak ipek fularını düzeltiyor. Görünüşte tabii. Gerçekteyse uygun sözcükleri bulmak için zaman kazanıyor. Sonunda buluyor da. Her portre Antoine’ınki gibi ters çevrilmiş bir armudun sapını yok edip uygun bir yerine iki cam yuvarlak, bir de geri zekâlılara özgü yarı açık bir ağız yerleştirmekle hallolsa, günde on tane yapmak işten bile değilmiş… |