www.mustafabalel.com |
GURBET KAÇTI GÖZÜME MUSTAFA BALEL Yazko Yayınları 1993, İstanbul 216 sayfa |
AYIP YERLERİ YANLIŞ KONMUŞ RESİMLER’den Mevlüdanne’nin herk edilmiş tarlayı andıran yüzünü, ekşi ekşi kokan soluğunu geride bırakınca kuş gibi hafiflerdik. Bir günlüğüne de olsa, onun o yiti yiti haşlanmış lahana ya da patlıcan kokan, örme perdelerin loşlaştırdığı odasından çıkınca, zindandan kurtulmuş gibi olurduk. İçimizi dolduran coşku, daha gürgen korkulukları oymalı merdivenin sahanlığında başlar; birbirimizle yarışırcasına koşuşurken salaş merdivenin havı dökülmüş eski bir halı yolluk serili basamakları ayaklarımızın altında, bir bakarsın yaralı bir ceylan olur, çığlıklar atar, bir bakarsın çaylak gibi ciyak ciyak, inceli kalınlı gacırtılar çıkarırdı. Merdivenin gacırtıları bitip de yaz kış rutubet kokan loş taşlıkta, sebilhane bardakları gibi dizilmiş lastik pabuçlarımızı ayaklarımıza geçirdik mi, bizde ki sevinci göreceksiniz!... Sandık odasına, kömürlüğe, merdiven altına kapatılan ve cezası dolunca özgürlüğe kavuşan çocukların sevinciyle, kendimizi sokağa dar atar, tabana kuvvet oradan uzaklaşırdık… Neden sonra durur, ciğerlerimizi dolduran haşlanmış patlıcan, genzimizi gıcıklayan çürük peynir ve güherçile bağlamış taşlığın keskin hela kokusunu içimizden atmak istercesine uzun uzun solur, cüz keselerimiz omuzlarımızda başlardık yeniden koşuşmaya… Çamurlara bata çıka Acıpınar’ın oraya ulaşırdık. Acıpınar’ın oradan başlayıp mezarlık boyunca uzanan yol, pınarın yalağından sızan sular gidecek yol bulamayıp oralarda göllendiğinden mi ne, yaz kış vıcık vıcık balçık olurdu hep. Sokak sakinlerinin olduğu kadar gelip geçenlerin de başının belasıydı bu çamur. Bilmeden gömülenler mi dersin, düşürdüğü öteberiyi alayım derken üstünü başını balçığa bulayanlar mı… Hele sarhoşlar!... O zavallıların çektiğini bir kendileri bilirdi bir de Ehliman amcanın büyük karısı! Hatta sarhoş, dumanlı kafayla belki unutur anımsamazdı. Ama Ehliman amcanın büyük karısının üstünü başını balçığa bulayarak o mutsuzları debelendikleri çamurdan çekip ıhlaya tıslaya evlerine götürdüğünü anımsamaması olanaksızdı. Kış boyu soba artığı külleri getirip bu su birikintisine boşaltırken, insanların nemelazımcılığından, kapı önlerine yığdıkları külleri iki adım öteye götürüp de şu balçığı kurutmaya çalışmadıklarından yakınır dururdu. Bu kadar hazır yiyici bu millet elbette ki adam olmazmış. Her şeyi başkasından beklersen olacağı buymuş. İnsanda biraz sorumluluk duygusu olmalıymış… O yaşlı haline, bükülmüş beline bakmadan mezarlığın duvarından atlar, koca koca taşlar getirir, birer adım arayla çamurun içine yerleştirirdi. Hiç değilse seke seke geçilir üstünden diye… Gelgelelim çok sürmezdi. Gelip geçen arabalar, tekerleklerine takılıyor diye mi kaldırır atardı, yoksa çamura mı gömülürdü, bilinmez, bir de bakardık ki yerinde yeller esiyor bu taşların… Acıpınar’ın oraya varınca her gün hepimizin üstü kirlenmesin diye çamurların arasından nöbetleşe olarak sırasıyla birimiz ötekileri sırtında geçirmek zorundaydık. Onun için ilk gelen beklerdi. Çeşmenin başına vardığımda başımı kaldırır kaldırmaz, Ehliman amcanın büyük karısının sevecen yüzüyle burun buruna gelirdim. Ya birini çamurdan çıkarmakla meşgul olurdu ya da kapının önüne oturmuş düğme dikmekle. Beni görünce dişleri dökülmüş ağzını açarak gülümsediğini, bir şeyler söylediğini duyardım. Dediklerini duyardım da diyeceklerimi duyuramazdım. Ehliman amcanın büyük karısı öyle olur olmaz konuşmayı duymazdı. “Bağır, biraz bağır…” derdi. Kızara bozara, bağırmaya çalışırdım. Ama nerde bende o ses!... O kadar bağırabilsem, babamın ya da annemin aldırdıkları öteberinin üstünden artan beş on kuruşu “al da harçlık edersin” demesini mi beklerdim? Ya da cebinden kanyak şişesi eksik olmayan Kemal abiyi yalnız yakalayacak da bir külah leblebiyi ya da bir avuç bilyeyi bedava getireceğim diye –Bir alemdi zavallı, sarhoş kafayla istediğin şeyi unutup iki kez tartmalar mı dersin, üstüyle birlikte paranın kendisini de geri vermeler mi!- kaldırımda saatlerce karısının dükkândan çıkmasını mı?… Alır bir iki deste elişi kağıdı, bir avuç topluiğne, Ziya gibi fırıldak yapardım. Kızılırmak kıyılarından meyankökü söker, onları küçük küçük parçalar halinde keser, desteleyip satar, para kırardım… Hiçbir şeyden başka Konyalı’nın Zeki gibi boynuma bir tabla asıp “Bimini, Albimini, Zaza, Poker play! Hadi safi çelik bunlar, süper çelik!...” diye avaz avaz bağırarak jilet de mi satamazdım?… Baktım, olacak gibi değil, başımı sallar da kurtulurdum. Olmazsa bir koşu yanına gider söyleyeceğimi rahat rahat söylerdim. Yüz yüzeyken dudakların kıpırtısı yeter, öyle avaz avaz bağırmana, kendini paralamana gerek kalmazdı. Ehliman amcanın büyük karısının adı var mıydı, yok muydu, bilemiyorum. Vardı da söylemiyor muyduk, zordu da dilimiz mi dönmüyordu; onun için Ehliman amcanın büyük karısı deyip sıyrılıyorduk? Orası da karanlık… Ehliman amcanın dört karısı içinde, en yaşlısı olan bu iri kıyım, geniş omuzlu kadın, neden bilmem, biz çocukların sevgilisiydi adeta. Gözaltlarındaki içi su dolu mosmor torbacıklar, akordiyonu andıran kıvrım kıvrım yüzünün ortasına gömülmüş, kuş gözü gibi gözleri, takırdayıp duran düz damak çeneleri, üstü pul pul kavlamış elleriyle korkutmuyordu bizi. Kısa kesilmiş saçlarının ortaya çıkardı iri kepçe kulaklarıyla bile Mevlüdanne’nin o tombul, biraz pörsümüş ama güzelliği bir bakışta belli olan canfes gibi parıldayan yüzünden daha az korkutuyordu. Biri yaşamdan koparıp öte dünyanın karanlık izbelerinde, kıldan ince kılıçtan keskin kıl köprülerinde, kızgın saçlarında, katran kazanlarında ecel terleri döktürüp yüreğimizi ağzımıza getirirken, öbürü birbirimizi sevmemize, yaşama dört elle bağlanmamıza yardımcı olduğundan mı ne, onun ahşap oyma pencere cumbalarını andıran elleriyle saçımızı okşaması, yanaklarımızı – rendeyle çiziliyormuş gibi olurdu - sıvazlaması, Mevlüdanne’nin hatim indirdiğimizi bildirdiği günler öptürdüğü elinin yumuşaklığından deha sevecen gelirdi bize. Bir kere elleri iri kıyım, kemikli, eti kanı çekilmişti ama tırnaklarının arası Mevlüdanne’ninkiler gibi kirli sarı kenef pislikleriyle dolu değildi. Tertemizdi. Evi dersen yine öyle… Belki onunki gibi çiğ iplikten el örgüsü perdeleri – hatim indiren çocukların annelerine ördürüyordu -, sedef kakmalı dikiş kutuları, ceviz ağacından çeyiz sandıkları, içinde gümüş şekerliklerin, billur çay takımlarının sergilendiği oymalı büfesi, Fransız kadifesinden giysileri, telkâri işlemeli namaz örtüleri yoktu ama evinin içi pırıl pırıl aydınlıktı. Her taraf sakız gibiydi. Rengi atmış kilimi üç yandan fırdolayı kuşatan divanlar sakız gibi tertemiz örtülerle bezenmişti. Kireçkaymağında ağartılmış bu kar beyaz örtüler, içleri yumuşacık yapağı dolu köşe yastıkları insanın içini ferahlatıyordu. Sonra rutubet falan hak getire… Oda azıcık havasız kalacak olsa, ya da birimizin çorabı kirli olsa anında camı açıp odayı bir güzel havalandırır, oraya buraya serpiştirdiği kolonyayla ortalığı buram buram limon çiçeği kokusuna boğardı. Sonra kalkar gömme dolaptaki raftan geniş karınlı yeşil şişeyi indirir, mutfaktan getirdiği içi kuru incir ve ceviziçi dolu çini tabağa şişeden kavurga döker, getirir önümüze kordu. Sonra divanın üzerine temiz bir bez yayar, bir avuç kavurgayla bir topak şekeri havaneliyle bir güzel ezer, çalışırken atıştırmak üzere bir kâseye koyup yanına alırdı….. |