www.mustafabalel.com |
MUSTAFA BALEL |
Sevgili Claire, Dün telefon görüşmemizde anlattığım tatsız olayın yorgunluğunu ve stresini üstümden atmayı bugün öğleden sonra ancak başarabildim. O da bir ölçüde… İstanbul’da olduğumu ezan seslerinden anladım. Yoksa konuk olduğum evin değişik yönlere bakan her iki balkonunda da bulunduğumuz yerin bir doğu kenti, masallar diyarı İstanbul olduğunu ele verecek tek bir ipucu göremedim. Konuyu Ferit’e aktardığımda gayet olağan karşıladı. Ataköy hayli yeni bir mahalleymiş. Böylesi bir yerde de bundan doğal bir şey olamazmış. Bir yandan yol yorgunluğu, bir yandan şu sinir bozucu bavul olayı… Kolay değil tabii, bayağı yorulmuşum. Buna bir de coğrafi değişimlerin insan bedeninde yol açtığı hırpalamalar eklenecek olursa, kendimi yatağa bıraktığımda, inanır mısın, külçe gibiydim. Bu durumda elbette ki sabahleyin geç uyandım ve konuk olduğum aileyi bu kadar uzun bir süre kahvaltı masasında bekletmiş olmanın utancını yaşadım. Yüreğimde kendilerinden nasıl özür dileyeceğimin sıkıntısı, süklüm püklüm masaya yaklaştığımda yüzlerinde gördüğüm parıltı bir anda her şeyi silip götürüverdi. Bu sıcacık insanların beni aralarında görmenin verdiği coşkuyla bir anda nasıl canlanıverdiklerini görmeni çok isterdim! Bayan Simin, ne zaman uyanacağımı bilmediğinden sıcak sıcak yiyeyim diye arasına bizim rokfora benzeyen özel bir peynir koyarak dürüm biçiminde yiyeceğimiz minik yufkaların teflon tavada pişirilme işini son ana bırakmış. Kalktığımı görür görmez hemen mutfağa, tavanın altını yakmaya koştu. Gerçek tadına sıcakken varıyormuşsun. Soğuyunca insanın burnunu gıcıklayan o nefis koku ve yumuşaklık kayboluyormuş. Kadıncağızın buna bu kadar önem vermesine, durumu birkaç kez üstüne basa basa belirtmesine karşın, ne yazık ki, ben aynı duyarlılığı gösteremedim ve Bayan Simin’in Anadolu’dan getirttiği kepekli özel unla gözlerimin önünde sevgisini katarak hazırladığı o nefis yufka ekmeğinin gerçek tadını yakalayamadım. Aslında suç bende değil. Meraklıyım, ne yapayım! Ondan kaynaklandı her şey. Ferit’in annesi Simin Hanım mutfakta yufkaları hazırlarken yarı aralık balkon kapısından bir ses bakışlarımı o tarafa çevirmeme yol açmıştı. Sofrada ağızları altın yaldızlı ince belli geleneksel çay bardaklarına porselen demlikten çay doldurmakta olan Dilbaz, kulaklarımı diktiğimi görünce merakımı gidermek için bunun bir ezan sesi olduğunu söylemişti. Bunun üzerine bir koşu balkona çıkmış ve söylenenleri anlarmışçasına kulaklarımı dikip dikkatle dinlemeye koyulmuştum. Anlamadığım için üzüldüğüm falan yoktu, sadece merak ediyordum. Dilbaz bile anlamadıktan sonra, benim anlamam nasıl beklenebilirdi ki? Dualar gibi Arapçaymış. Bir ara kısa bir süreliğine ezanların Türkçe okunduğunu ama sonra nedense değiştirilerek yeniden Arapçaya dönüştüğünü duymuş. Hatta bir iki Türk filminde görmüş bile. Çok çok eski filmlerde… Bunları düşünürken bir yandan da sesin geldiği minareyi arıyordum. Ne var ki, epeyce bakınmama karşın görememiştim. Balkonun birkaç metre ötesinde hafif hafif salınmakta olan, sonradan adının ağacı “gülibrişim” olduğunu öğrendiğim, şiir-ağaç diyebileceğim dünyanın en zarif ağacının gerisinden bir yerlerden geliyordu ses. Ama nereden? Onu keşfedeyim, dalların gerisinden yoldan geçenlere bakayım, derken dalıp gitmişim. Hele bir de etrafa buram buram yayılan mis gibi yasemin kokusunu içime çekeyim derken vakit geçmiş tabii. Binayı çevreleyen beton şeridin bittiği noktada başlayan toprak kesimden çıkıp balkon demirinin duvara tutturulduğu yerde hafif bir dirsek yapan oluğa sarılarak üst kata doğru yükselen yaseminin kokusu… Balkonda olduğumu, sesin gücüne bakarak hemen oralarda bir yerdedir diye düşündüğüm camiyi ve minareyi arayıp durduğumu nereden bilsinler; içerdekiler banyoda olduğumu düşünmüşler tabii. Böylece kadıncağızın o nefis yufkaları soğumuş. Bayan Simin kahvaltı boyunca birkaç kez sıcak sıcak yediremediği için hayıflandıysa da “Dert mi Allah’ını seversen, sanki son kahvaltı değil a, daha çok yufka ekmeği yaparım” diyerek konuyu kapattı. Üstelik sıcak değildi ama gayet lezzetliydi incecik ekmek. Tuzlu falan dediğime bakma tulum peyniri de nefisti doğrusu. Kahvaltının ortasında ortalığı yeni baştan bir ezan sesi doldurmasın mı? Ezanların bu kadar sık oluşu karşısında şaşkınlığımı dile getirdiğimde Ferit, tıpkı ezanda neden söz edildiğini sorduğumda yaptığı gibi omuzlarını hafifçe yukarı kaldırarak boynunu büküyor. Yapabileceği bir şey olmadığını ben de biliyorum tabii. Yine de biraz önceki sesi kendisi o sırada telefonda olduğu için duymadığını, ancak saate bakılacak olursa bunun ezan sesi değil, olsa olsa “sala” denilen bir tür ölüm ilanı olabileceğini belirtiyor. Sol tarafta yüksek blokların yanından denize doğru baktığında çifte minareli bir cami varmış. Yapraklar döküldüğünde dalların arasından kubbesi ve minareleri görünürmüş. Yakın denemezmiş ama sağ olsun, hoparlörler sayesinde ezan sesi evin içindeymiş gibi duyuluyormuş. Yapraklar döküldüğünde deniz de görünüyormuş. Bir de ağaçlar budandığında… Akşamüzerleri balkonda ipil ipil yanan denizi seyrederek yudumlanan semaver çayının tadına doyum olmuyormuş. Yanında bir de fırından yeni çıkmış çörekler varsa… Bu tür durumlarda Ferit oh, ne âlâ anlamında kullandığı bir söz var: Yeme de yanında yat! Tam öyleymiş işte. Neyse, buna bol bol zamanımız olacakmış. Kahvaltı boyunca çenem hiç durmadı. Onların çeneleri de… Büyük bir bilgi açlığı içinde aklıma geleni sorup durdum. Aslında biraz abartılı oldu galiba. Daha ilk günden insanları bezdirmemek için elimden geldiğince temkinli davranmayı da ihmal etmedim hani. Ee, kafa derler buna! Aklıma gelen her şeyi sorup insanları canlarından bezdirsem iyi mi olurdu yani. Ah, az kalsın unutuyordum, bavulları nihayet bulmuşlar…... |
İSTANBUL MEKTUPLARI |
İstanbul Mektupları / Avrupa Yakası Mustafa Balel Anlatı Kavis Yayınları 2009, İstanbul 189 sayfa |