www.mustafabalel.com |
KARANFİLLİ AHMET GÜZELLEMESİ Mustafa BALEL Öyküler DÜNYA YAYINLARI 2005 İstanbul 144 sayfa |
Mustafa Balel’in öykü kitabı Karanfilli Ahmet Güzellemesi geçmişle komşu öyküleri bir kapağın altında topluyor. İki bölümden oluşan kitabın Yakın Plan İlişkiler adlı ilk bölümünde yakın tarihte kaleme alınan, Eski Defterlerde Solmamış Öyküler bölümündeyse 20–25 yıllık bir demden geçen öyküler var. Karanfilli Ahmet Güzellemesi’nin yorgun ilişkileri insana şunu düşündürüyor: Çok yakından baktığınız bir nesne nasıl flulaşıyorsa, bize çok yakın olan, bir parçasını alıp bir parçamızı verdiğimiz insanlar da yaşam ekranımızda çok net değildir. Araya mesafe koymak – tabii ‘sadece’ bir çocuksanız işiniz daha da zor - her zaman daha iyidir. Karanfilli Ahmet Güzellemesi’nin ilk bölümü daha genç öykülerden oluşsa da aslında daha uzak bir zamana, çocukluğa uzanıyor. İlk öykü Ağlayan Köşkün Martıları bana mutlu sonu çağrıştırdı. Diğer öykülerde karşımıza çıkacak kavga gürültü öncesinde yüzsüz babanın ölümüne göz yumarak testi kırılmadan tokadı atıyorsunuz sanki. Ayrıca diğer öykülerdeki aile sıcaklığını bulamamış çocuklara karşı bu öyküde evlenmemiş iki kardeşin birlikte yaşaması da ilginç. Peki kitabınızdaki çocuklarla aranızda nasıl bir bağ kuruyorsunuz? Bir insan yaşı ilerledikçe çocukluğuna yaklaşır derler… Yüzsüz baba Kadir Bey’in gecenin bir yarısında bilmediği bir köşkün çatısına sürükleyen maç merakı harap çatıyı paldır küldür çökerterek ona yirmi küsur yıl önce işlediği suçun cezasını ödetiyor. Böylece oğlunun ve kızının omuzlarını çökerten, onları bu genç yaşta birer yaşlıya döndüren büyük sırrın bir tanığının kimsenin burnu kanamadan ortadan kendiliğinden ortadan kalkması rahatlatıyor sanırım. ‘Mutlu son’ tanımız da bunu başardığımı gösteriyor. Evlenmemiş iki kardeş, Mukaddim Bey ile Mercan Hanım’ın Boğaz’a sırtını vermiş ören bir ev olan ‘Ağlayan Köşk’te birlikte yaşıyor olmaları bir rastlantı değil kuşkusuz. Özellikle de hemen girişteki öyküde. Doğal olarak insanların aklına öteki öykülerdeki mutsuz çocuklara bir tepkiyi düşündürüyor. Ne var ki onların geçmişte ve gelecekte birlikte yaşıyor ve yaşayacak olmaları pek de seçime bağlı bir durum değil bence. Paylaşılan ortak bir yazgı söz konusu. Birinin dünyasını fiilen karartan malum olay (ensest), ötekinin dünyasında onarılması mümkün olmayan yaralar açmıştır tabii. En azından manevi olarak. En büyük darbeyi babalarından yemiş bu iki kardeşin hayatın acımasızlığı karşısında yapabilecekleri en doğal şey bir araya gelerek birbirlerine destek olmalarıydı. Hesap kitaptan uzak, özü sözü bir varlıklardır çocuklar. Her biri birer Doğrucu Davut oldukları için özellikle de aile ilişkilerini olanca çıplaklığıyla ortaya sermek açısından kolaylık sağladıklarını söylersem, yanlış olmaz. Kitabımdaki çocuklarla aramdaki bağ bir okul bahçesinde, bir parkta, bir akraba ya da dost evinde gördüğüm çocuklarla bir değil kuşkusuz. Yapıtlarımda çok özel yerleri var. Onlar benim, elim, kolum, ağzım gözüm... Yerine göre kendi yapamadıklarımı yaptırdığım, içimden geçenleri söylettiğim, gerektiğinde bir öykü kahramanını tek bir sözle hiçe indirgettiğim, nasıl desem ki, suç ortaklarım bir bakıma. Çocuk deyip geçmemek gerekiyor, son derece tıkız ve yoğun şeyler o küçücük varlıklar. Her birinin içinde ben, sen, o, biz,siz, onlar var... Öykülerinizi bağlamlı kılan bir diğer unsur eşya. Çini soba, çocuk arabası, albüm hem sizi bu öykülere götüren hem de ‘çocukluğun cisimleştiği’ eşyalar. (Kaliteli eşyalar kullanarak kendini kabul ettirmeye çalışan anneleri de unutmamalı.). İnsanların eşyalarla kurduğu ilişki insanlarla kurduğu ilişkiden daha kalıcıdır diyebilir miyiz? Sizin eşyalarla aranız nasıl? “Çini Soba ya da Buruk Bir Kayıp İlanı” , “Albüm”, “Hüznün Öteki Yüzü” eşyalarla ilişkilerin yoğun olduğu öyküler. Fakat ben insanlarla eşyaların ilişkisinin en güzel örneğini “Gurbet Kaçtı Gözüme” adlı kitabımda yer alan “Dedemin Bakır Koltukları”nda verdiğimi sanıyorum. Oğlunun güzel bir ev almasına katkıda bulunmak için memlekette nesi var nesi yok satıp İstanbul’a gelen yaşlı adam, gelini dekoratif eşya olarak kullanır düşüncesiyle birkaç bakır güğümü de beraberinde getirmiştir. Geçmişiyle bağını oluşturan bu güğümlerin önce evyenin altına tıkıldığına, ardından tavan arasına atıldığına tanık olduğunda yaşadığı çöküntü, daha sonra bu güğümlerin iki plastik koltuk karşılığında eskiciye satıldığını görünce gözleri önünde akıp giden geçmişe dönüşür... Evet, eşyalarla ilişkinin insanlarla ilişkiden daha kalıcı olduğu söylenebilir. Her insan gibi benim yaşamımda da eşyalar önemlidir tabii. Geçmişle bağlarımı oluşturan birer öğedir bunlar. Ama bu öğelerin evi bir çöp-eve dönüştürmesine de izin veremem doğrusu. 38 yıldır bir köşede koruduğum, ama yassı pil bulamadığım için çalıştıramadığım kobalt sarısı el radyomla, ailenin birkaç kuşaktan beri koruduğu çini bir duvar tabağı ve bugün bilgisayarımın başına geçtiğimde ayaklarımı güvenerek bastığım anneannemden kalma minik halı (bir zamanlar sırt yastığıymış) dışında geçmişi çok uzaklara kadar inen pek bir eşyam olduğunu söyleyemem. Yine de tüm nesnelerin, kullanılan-kullanan ilişkisi dahilinde irili ufaklı minik öyküleri olduğuna inanıyorum. Çağrışıma açık bu nesneler gerçekte bizlerin uzak yakın geçmişiyle bağını oluştururlar. Bir sabah uyandığınızda kendinizi yabancı bir mekânda, hiç aşina olmadığınız nesnelerin arasında bulduğunuzu düşünün. Tam bir kâbus olurdu herhalde. İnsanın elinden geçmişini almak kadar onu yalnızlığa, boşluğa, hiçliğe iten bir şey yoktur. Terk eden kadına karşı bir taraftan öfkeli diğer taraftan onu buna iten nedenleri anlamaya çalışan ılımlı bir yaklaşım seziyorum. Öykülerdeki annenin çaresizlikten gelen bir gaddarlığı da var. Çoğu zaman anne sevgisi görmeyen çocuk kendini çevresindeki kadınlara yakın hissediyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu ilişkileri? Yazarken taraf tutar mısınız? “Hüznün Öteki Yüzü”deki anneden söz ediyorsunuz. Hani şu her şeyden ‘gına getiren’, durup durup ‘hafakanlar basan’ anneden... İçinde bulunduğu ortamı kabullenememiş, gönlü yücelerde bir zavallı o. Görünüşte pek somut bir problem de yok ailenin yaşamında. Tek maaşla evi geçindirmek zorunda olan baba elden geldiğince tutumlu davranmak zorunda. Üstelik biraz da fazlaca tutumlu... Anneninse talepleri bir türlü bitmemektedir. Kadınlar arası rekabette fark atacak üstünlükler yakalayamamanın ezikliğini yaşayan kadın bir tür çağdaş Madam Bovary değil de nedir? Bu alanda uzman değilim ama gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim: Anne sevgisi görmeyen çocuklarda iki farklı tepki saptamak mümkün. Bütün kadınları aynı kefeye koymak ya da tam tersi, azıcık yakınlık bulduğu bir kadında bir şekilde bu sevgiyi bulmaya çalışmak. Her ikisi de hayata bakışı ve mutluluğu olumsuz yönden etkileyen uç noktalarda şeyler. Gönül ister ki bütün çocuklar bu sevgiyi tatsın ve bunlar yaşanmasın. Taraf tutma konusuna gelince elbette ki tutarım. Her yazar yapar bunu. Konumu ona bu ayrıcalığı sağlıyorsa neden kullanmasın ki! Yalnız buradaki taraf tutma yazarın öznel duygularının söz konusu olduğu bir taraf tutma olmamalı bence. Önceliği edebiyat almalı. Tarafsız mı olacağız, taraflıysak hangi tarafta yer alacağız? Bunları belirleyen ürünün içeriği ve iletilmek istenilen mesaj olmalı. Bağrımıza taş basarak da olsa edebiyat adına yapmalıyız bunu. Kitabın ikinci bölümü Eski Defterlerde Solmamış Öyküler adını taşıyor. 70’lerin kalabalık sokaklarına dağılan bu öykülerde sorunlar ikili anlaşmazlıklardan çıkıp toplumsal çatışmalara, şiddete ve gösteriye dönüşüyor. Şiddet ve şiddetin seyirlik hallerinden konuşalım isterseniz. Kitabınızda ruhsal ve fiziksel şiddetin izleri var. Şiddet nerede yok ki! Hele de ruhsal şiddet... Kitabın ikinci bölümü “Eski Defterlerde Solmamış Öyküler” 12 Eylül öncesi dönemle ilgili öykülerden oluşuyor. “Mermi Türkülü Gelincik” tam anlamıyla bu konu üzerine temelleniyor. Kan ticaretindeki akıl almaz sömürü odağında o dönemin acımasız bir tablosu çiziliyor. Geri planda da değil üstelik; birinci planda, doğrudan mercek altına alınarak. En küçük bir gürültünün hemen bir patlamayı akla getirdiği o günlerin radyo haberlerini işgal eden bombalama olayları, öğrenci ve işçi gösterilerinin aksattığı trafik, üniversite kapısının hedef alındığı bombalama.... Yaralı ve ölülerin kaldırıldığı fakülte hastanesinde giriş çıkışlar engellenmiş... “Hüznün Öteki Yüzü”nde perdelerin değiştirilmesi ya da misafirlerin önüne çıkarılacak yeni bir yemek takımının alınması konusundaki talepleri yerine getirilmeyerek kadını hafakanların basmasına yol açmak suretiyle uygulanan dolaylı şiddetin “Kanadı Kırık Gönlüm”de doğrudan fiziksel şiddete dönüştüğüne tanık oluyoruz. Ramazan Amca denilen o mendebur torunu yaşındaki Kırımlı kızı parayı bastırıp ailesinden alırken gerçekte kendisine genç bir eş değil de bir şiddet objesi aldığının belki farkında değildir, ama olay budur. Kafayı çekip çekip kadını pestilini çıkarıncaya dek dövmesine şiddet diyoruz da meyhanelerde sızıp gecenin ilerlemiş bir saatinde kendini evinin kapısına değil yatağına kadar taşıtmasını aynı gözle görmüyoruz, biliyor musunuz. O şiddet değil sanki. Şiddetin daniskası hem de! Elalemin yabancı erkekleri yatak odasına girecek diye gecelik yüzüne hasret, elbisesiyle uyumak zorundadır. Aynı lanet kocanın ibret alsın da kendisini aldatmaya kalkışmasın diye karısını sürükleyerek idam seyretmeye götürüşü şiddetse devletin yaptığı nedir? O idamı kentin meydanında, herkesin gözleri önünde uygulayarak, darağacındaki gövdeleri ikindi vaktine kadar orada öyle tutup binlerce, belki de on binlerce insanın sinirlerini allak bullak edişi az şey mi? Şiddet deyince insanın şöyle şapkasını önüne koyup biraz düşünmesi gerekiyor. Uygulanmadığı yer yok. Belki biçimi değişik ama bir şekilde dünyanın her yerinde var. İnsanların yaşamlarına her an damgasını basıyor. Yalnızca tanımı konusunda bir ortak konsensüs sağlanmış değil. Hani ‘insan hakları’ dendiğinde, bizde, yalnızca karakol ya da hapishanelerdeki işkence olaylarının akla gelmesi ve ev aletlerimizi bozan, saatlerce yaşamlarımızı kısıtlayan elektrik kesilmelerinin, hıncahınç dolu otobüslerin, çeşitli kurumlarca yol ortalarında kazılmış mal ve can kayıplarına yol açan çukurların farklı bir şeymiş gibi algılanmasına benziyor. Karanfilli Ahmet Güzellemesi’ndeki “ölünün pabuçları olduklarını haykıran çığlıklar” idama gitmeden çıkardığı pabuçlarının ihtiyacı olan birine verilmesini isteyen Deniz Gezmiş’i anımsattı. Aslında öyküde 80’lerin Türk filmlerini çağrıştıran bir atmosfer var. Kendi halinde yaşayan ‘meczup’ Ahmet bir grup ‘şehirli’nin alay konusu oluyor. Bir yandan oldukça etkili bir öykü… Çağrışımlar... Dokunmayın çağrışımlarımıza... Yaşamımızın zenginlikleri onlar. “Davranışlar, düşünceler ve kavramlar arasında yer ve zaman birliğinin etkisiyle kurulan bağlantılar sonucu bilinç alanına bunlarda biri girdiğinde ötekini de bilince çekme olayı”... Sanatın kendisi de bir bakıma bu tanım üzerine temellenmiyor mu zaten? Resimden, heykelden, şiirden, öyküden bunları esirgersek ne kalır ki geriye… Konya’da bir mesire yerinde kendisini otopark bekçisi ilan etmiş ve belediyenin korumacı tutumuyla geçinip giden meczup Ahmet gerçekten de İstanbullu bir gezi grubunun alaylarına maruz kalıyor. Üstelik de bu kimselerin öğrencileriyle yurt gezisine çıkmış olan bir grup öğretmen oluşu işin en dokunaklı yanı. Ama öğretmen olmaları onların kendilerini kitle psikolojisine kaptırmalarına engel oluşturmuyor. Gerçi “yazık be adama” gibisinden ufak tefek tepkiler oluyor ama kimsenin kaile aldığı yoktur. Eğitimcilikle bir meczubu sarakaya almayı bağdaştıramayanlar çıkabilir. O onların bileceği şey. Burada söz konusu olan ilkokul öğrencilerine kürsüden aktarılan bir ahlak dersi değil, bir öykü. Edebiyat, şu meslek sahipleri yaşamda şöyle davranır, bu meslekten olanlar böyle davranır gibisinden akıl dışı şablonların arenası değildir. Eğitimci meczupla alay etmez gibisinden savların, duyduğumuzda tiye aldığımız “asker acıkmaz, asker yorulmaz, asker ölmez” sabuklamasından farkı ne? Hangi meslekte olursa olsun insan insandır. Eğitimcilik 30 yıl hizmet ettiğim bir alan benim. Kimin neler yapabildiğini iyi bilirim. Kitle psikolojisi öyle değil midir? Birileri birinden korktu mu, çevredekilere de sirayet eder hemen bu korku. Tesadüfen bir cenazenin geçişine tanık olduk diyelim, hemen havaya girip biz de üzülmez miyiz? Ahmet ile dalga geçme olayı da öyle işte. Hatta belki de bilinçaltının bir yansıması... Kendisi öyle olmadığı için duyulan mutluluğun, üstünlük duygusunun dışavurumu. Kitabın ikinci bölümündeki öyküleri seçerken neyi dikkate aldınız? Bir yazarın yoğun uğraşlar sonunda ortaya çıkardığı bir ürünü elinin tersiyle itmesi kolay olmasa gerek, ama eski defterlerde solmamış öyküler varsa, solanlar da vardır sanırım. Onları nasıl değerlendiriyorsunuz. Bir de kitabın ilk bölümündeki öykülerin yakın aralıklarla yazıldığı dikkatimi çekti. “Eski Defterlerde Solmamış Öyküler” i oluşturan “Karanfilli Ahmet Güzellemesi”, “Mermi Türkülü Gelincik” ve “Tefçi İsmihan”ı bir kısmı bitmemiş dokuz öykü arasından seçtim. Ölçütüm ‘bizden’i verirken ‘evrensel’i yakalamaları, sağlam kurguları ve tiplemelerindeki başarı oldu. Evet, geride kalan öyküler, sizin deyişinizle “solan” öyküler bu ölçütün, bugünkü öykü anlayışımın gerisinde kalmış olmalı ki bu bölümde yer alamadılar. Bakarsınız, ilerde bir şekilde başka öykülerin yapı taşları oluvermişler. Evet, dördüncü öykü kitabım “Turuncu Eleni”nin ardından önemsediğim yayımcıların benden ısrarla çeviri bekledikleri halde “getir şu romanlarını, öykülerini de basalım” dememeleri beni 12 yıl süren bir küskünlük dönemine sürükledi. Fransız edebiyatından seçkin öykü ver romanlar çevirerek geçirdiğim tam on iki yıl... Bu arada belki on iki kitaplık da malzeme topladım tabii. Zihnimde de olsa her haliyle hazır öyküler, romanlar... Sevgili Feridun Andaç’ın bütün yapıtlarıma Dünya Kitapları’nın kapısını açarak bana bu motivasyonu sağlaması startı başlatan meşale oldu benim için. “Karanfilli Ahmet Güzellemesi”nin omurgasını oluşturan “Yakın Plan İlişkiler” bölümünün lokomotif öyküsü “Ağlayan Köşkün Martıları” oldu. İmge Öyküler’in ilk sayısında yayımlanmak üzere kaleme aldığım, ama derginin çıkış tarihi birkaç ay gecikince dergiye başka bir öykü (“Etiyopya Kralının Gözleri”) sözü vererek kitaba almak zorunda kaldığım bu öykü bittiğinde aile içi ilişkilerin, sevgisizliğin ailelerin gönüllü muhbirleri çocukların gözüyle saklısı gizlisi kalmadan aktarıldığı öykülerden oluşan bir grup öykü yazmaya karar verdim. Zihnimde her haliyle hazır öyküleri kağıda dökmek kalıyordu. Yaptığım o oldu. Tarihlerini yakın oluşu bundan. |
NESLİHAN GÜREL’İN |