www.mustafabalel.com |
KARANFİLLİ AHMET GÜZELLEMESİ MUSTAFA BALEL Öyküler DÜNYA Kitapları 2005, İstanbul 144 sayfa |
AĞLAYAN KÖŞKÜN MARTILARI’NDAN Mezarlığı geçip de biraz ötede ikiye ayrılan yoldan sağa sapanını tutup demir parmaklıkların çevrelediği bahçe boyunca şöyle bir yüz metre kadar ilerledin mi, görünüverirdi. Ne görünmesi olanca haşmetiyle karşına dikilirdi birden. Gerçi henüz her şey bitmiş sayılmazdı. Bahçe duvarları boyunca ilerlenecek bir villa, bir köşk-restoran, yeni onarım görmüş birkaç köşk ve hepsinden önemlisi tırmanılması gereken dik mi dik bir yokuş vardı. Ama görünmesi bile yeterdi… Güzelliklerin her geçen gün kaybolduğu günümüzde bir sıcaklık abidesi olarak insanın içine bir ferahlık yayardı adeta… Bir o kadar da korku tabi… Haşmet ve korkunun aynı yemeğin harcını oluşturan iki ana malzeme olduğunu kanıtlamak için bundan âlâsı bulunamazdı hani. Fıstık ağaçlarının arasından sorguç gibi yükselen tahtaboşu, cumbalı pencereleriyle bu köşk enfes bir örnekti buna. Hele günün her saatinde ışığın etkisiyle ayrı bir kimliğe bürünmesinin kattığı gizem unutulur gibi değildi! Yüz ayrı ressama gerek yok, biri oturup günün değişik saatlerinde, değişik hava koşullarında, aynı açıdan, aynı perspektiften resmini yapsın bunların yüz ayrı köşk değil tek bir köşkün resimleri olduğunu kanıtlaması ne mümkün! Dış görünüşü belki öyleydi de içerden baktığında gerçekten bu kadar haşmetli miydi? Bunu bilmek pek öyle kolay mı? Köşkün dış kapısından içeri girmek ara sıra fatura getiren postacıdan, elektrik ve su sayacını okumaya gelen memurdan, elektrikçi Harutyun Usta’dan ve zaman zaman bir emlâkçinin peşine takıp getirdiği birkaç talipliden başka kimseye nasip olmamıştı henüz. Ha, bir de sayım memuru vardı. Hani şu her soruyu bir başka soruyla ilgili kutuya yazan ve yazdığı hemen her sözcüğü törensel bir tavırla silerken gerçekte hiç de öyle beceriksiz olmadığını söyleyip üstündeki bu dalgınlığın belki de köşkün gizemli havasından kaynaklandığını ileri süren boyunsuz kadın… Bu görkemli görünümün altında gerçekte ne salaş bir yer yatmakta olduğunu bir hani şu yokuşun başladığı yerdeki lisede öğretmenlik yapan Mukaddim Bey, bir de ablası Mercan Hanım bilirlerdi. Üst katta hangi odanın tavanı akıyor, hangi balkona çıkılmaz, merdivenin hangi basamağının neresine basılması gerekiyor? Neresi tehlikeli? Neresine basarsan nasıl bir ses çıkarır? Neresine basarsan nasıl bir sürprizle karşılaşırsın?… Hangi odanın duvarları elini kolunu sallayarak öteki odalara geçmene izin verecek kadar harap halde? Bunları yalnızca onlar bilirdi. Çünkü terk edilmiş bu köşkün uzunca bir süredir tek sakini onlardı. Bir de martılarla leylekler. Leylekler dedimse, laf olsun işte!… Alt tarafı, tahtaboşun üstündeki yuvası hazır bekleyen ve devre mülkçüler gibi yılın belli bir döneminde şaşmaz bir biçimde uğrayan yaşlı leylekten başkasının geldiği mi vardı sanki… Ama martılar!... Onları takip etmek mümkün değildi. Leylek gibi bireyci bir yaşamları olmayan bu kuşlar da toplumsallıkta çizmeyi biraz aşıyorlardı doğrusu. Tanrım, yüz bulup da astar istemek diye buna denirdi işte! Bir geldi mi pir geliyorlardı hani… Çekirge sürüsü mübarek! Ne kiremit bırakıyorlardı, ne çatı… Gürültüleri de cabası… Mukaddim Bey’i Çengelköy’deki elektrikçi Harutyun Usta’yı bazen bir hafta içinde iki kez getirmek zorunda bırakan da onlardı…Ne yapsın zavallı?... Kırık kiremitlerden sızan yağmur suları elektrik kablolarının üstüne boşandığı için çeşitli arızalara yol açarak yangın riskini de beraberinde getiriyordu. Maazallah bir kıvılcım çıkacak olsa, bundan köşkün sahibi kadar kendileri de zararlı çıkardı. Cayır cayır yanarlardı… Köşk sahibine göre hava hoş, memnun bile olurdu. Bir taşla iki kuş vurmak diye buna denirdi. Bir yanda sigortadan alınacak para, öte yanda satılığa çıktığında birçoğunun balıklama dalacağı mis gibi bir arazi… Öyle bir fırsat çıkar da köşk tarihe karışırsa büyükbabanın kaprisi de kendiliğinden ortadan kalkmış olurdu. “Ben ölmeden sattırmam!” diye direteceği bir köşkü kalmazdı artık. Hatta bakarsın,malum süreci hızlandıran bir kıvılcım bile olabilirdi bu. Neden olmasın? Kendini yaşama bağlayan kordonlar kesilmiş bir ceninin yaşaması beklenir mi? Yaşlıların ceninden farkı ne?… İşte bu yüzden Mukaddim Bey ve ablası köşke ellerinden gelen özeni göstermeye çalışıyorlardı. Köşkün sahibi yaşlı adamın onları buraya yerleştirmedeki amacı da buydu işte. Kaderine terk edilmiş köşk iyice harap olup da müteahhitlerin iştahını daha fazla kabartmasın… Birileri el altından adam gönderip her gün bir tarafını yıktırmasın… İpsiz sapsızın barınağı haline gelmesin… Biri bir kibrit çakıp da iki dakikanın içinde etrafını saran koruluğuyla birlikte çayır cayır yakmasın… Herkese birkaç defa yinelemek zorunda kaldığı adından hiç memnun olmayan Mukaddim Bey, birkaç yıl Anadolu’da çalışıp zorunlu hizmet süresini tamamladıktan sonra soluğu İstanbul’da almış bir edebiyat öğretmeniydi. Kendinden bir hayli büyük ablasıyla bir süre Ziverbey’de cadde üstündeki bir apartmanın bir başka apartmanın kömürlüklerinin bulunduğu arka bahçesinden başkaca bir yer görmeyen bir dairesinde idare etmişlerdi. Gidip gelmelerde yaşanılan zorluklar ve yol parasının hayli kabarık olması –taksi dolmuşlarla aktarmalı olarak gitmesi gerekiyordu- onu okula yakın bir ev aramaya ittiğinde de okul müdürünün aracılığıyla bu köşke yerleşivermişti. O gün bugündür ablasıyla birlikte bir tepenin başında uçsuz bucaksız bir korulukla çevrili, insanın kıt Tanrı’nın bol olduğu bu harap köşkte yaşıyorlardı. Gelip gidenleri yoktu. İkisi de bekârdı. Mukaddim Bey, yaklaşık otuz beş yaşında vardı. Ama olduğundan çok yaşlı gösteriyordu. Gören kırk beşinde, ellisinde sanırdı… Treni kaçırdı kaçıracak. Hani tohuma kaçmış derler a, eğer birkaç yıl daha evlenmezse onların arasında yerini alacaktı. Mercan Hanım’ın ise, kardeşinden en azından şöyle bir on yaş büyük olduğuna göre evlenme çağı çoktan geçmiş olmalıydı. Bu konu daha çok çevredeki esnafı, yakın villaların kapıcılarını ilgilendiriyordu. Telaş içinde olan onlardı. İki kardeşe kendilerine göre birilerini bulmaya çalışan, onlar adına bu kaygıyı sahiplenen işte bu kimselerdi. Yoksa o insanların böyle tohuma kaçma, evde kalma diye bir telaşları yoktu. Hayatlarından memnun yaşayıp gidiyorlardı. Öğretmen ve ablasıyla ilgili bilgiler o kadar sınırlıydı ki!... Bazı kimselerin küçük gözlem kırıntıcıklarını bir araya getirerek derip çattıkları kurguların ötesine geçmiyordu. Bir kere köşkün neredeyse bir kale gibi içine kapalı bir yaşamı olması sağlıklı bilgi kaynağını kökünden kurutuyordu. Giden gelen olmayınca bilgi mi sızar? İnsanların akşam istihareye yatıp sabahleyin komşu evde olup bitenleri gördükleri nerede görülmüş? Mercan Hanım haftada, on beş günde bir gündelikçi bile almıyordu eve. Her şeyi kendisi yapıyordu. Tabi bazen kardeşi Mukaddim Bey’den yardım istediği de oluyordu… Çevredeki kapıcı hanımlarının gözlerinin ve kulaklarının Ağlayan Köşk’e çevrili olmasının gerçek nedeni belki de işte buydu. Merak!... Aslında giriş kapısına tutturulmuş “Dikkat Köpek Var!” yazısı, özellikle de kimi zaman kapının önünde boy gösteren bekçi köpeği Zıpır olmasa çoktan oraları fethetmiş ve bu meraklarını gidermiş olacaklardı. Ne var ki onun bir kedi yavrusu gibi uysal, hatta gariban bir hayvan olduğunu nereden bilsin millet!... O heyula kalıbını gören bir şey sanıyordu. Oysa Ağlayan Köşk’ün onların merakını çekecek bir yanı yoktu. Ne ağlaması! Ağladığı falan yoktu ki köşkün. Tepenin başında püfür püfür esen rüzgârın kendi uğultusuna katıp getirdiği ağaçların hışırtıları ve martıların gürültüsünden başka bir şey değildi duydukları o sesler. Mukaddim Bey ve ablası herkes gibi günlük yaşamları olan, karınları acıktığında yemek yiyen, balkonda kitap okurken kimi zaman üşüyüp sırtlarına bir hırka ya da diz üstü battaniyelerini alan, televizyonda zamlarla ilgili haberleri içleri burularak dinleyen, maaş artışlarıyla ilgili bilgileri merakla bekleyen senin benim gibi insanlardı. Onlar da bazı film ya da dizileri takip ediyor, oradaki gönül akrabalıkları kurdukları bazı kişilerin heyecanlarını duygularını paylaşıyor, onlarla sevinip onlarla üzülüyor, bazen kendilerini takdir ediyor, kimi zaman da bazı davranışları karşısında hayal kırıklığına uğruyorlardı. Onların da başları ağrıdığında aspirin almak, mide bulantısında nane limon kaynatmak, herhangi bir ishal durumunda bir bardak gazozun içine bir aspirin atıp içmek gibi birtakım alışkanlıkları vardı. Onların da herkes gibi çarşıya pazara çıktıkları ya da hastalanıp hastaneye doktora gittikleri oluyordu… Özellikle de Mercan Hanım’ı görmek için işte bu hastane çıkışları bulunmaz bir fırsattı doğrusu! Çünkü evden o kadar sık çıkan biri değildi. Yarım başağrıları ve sinir ilaçları için yapmak zorunda kaldığı bu rutin hastane yolculukları dışında onun köşkün bu, bir kanadı yere oturmuş öteki kanadı ise açmaya kalkıştığında keskin çığlıkları bahçedeki kuşların olduğu kadar çevre villalardaki bekçi köpeklerinin de keyfini kaçıran bahçe kapısından adımını attığı görülmüş şey değildi. Zorunlu olmadıkça evden çıkmazdı Ağlayan Köşk’ün sakinleri. Boğaz’a ineyim, manzara seyredeyim bilmezlerdi. Boğaz’ın havasını içime çekerek şöyle bir çay bahçesinde fırından yeni çıkmış bir poğaçanın yanında mis gibi çayımı yudumlayayım bilmezlerdi. Binde bir de olsa akıllarına esip Kanlıca’ya kadar uzanıp yoğurt kaşıklayayım demezlerdi. Aslında buna ihtiyaçları da yoktu. Evlerinin suyu mu çıkmıştı? Oradan âlâ yer mi bulacaklardı? Hani derler a, körün istediği bir göz, Mevla’m vermiş iki göz… Temiz hava dersen orada, huzur dersen oradaydı, manzara dersen en âlâsı… Köprüleriyle, şehir hatları vapurlarıyla, eksik olmayan dev petrol gemileriyle, ince minareli camileri, mor salkımların süslediği duvarların gerisine çekilip gülibrişimlerin, manolyaların, fıstık ağaçlarının arasında kaybolmuş yalılarıyla bütün Boğaz ayaklarının altındaydı. Köşkün hangi balkonuna adım atacak olsan enfes bir manzara çıkıyordu karşına. Onlar da işte bunun tadını çıkarmak istiyor olacaklar ki günün değişik saatlerinde bir başka balkona geçmeyi alışkanlık edinmişlerdi. Bu balkonlarından her birinin kendine göre olağanüstü bir güzelliği vardı. Kiminde kendini yanıp sönen kristallerle süslü lacivert bir sihirli halının üstünde bulutların arasında uçuyormuş gibi hissederken, bir diğerinde rüya âlemlerinden kopup gelmiş bir manzara dikiliverirdi karşına. Balkonların sergilediği manzaraların her biri birbirinden güzeldi ama içlerinde özellikle birinin ayaklarınızın altına serdiği manzara ancak masal dünyalarında görülebilecek türdendi. Gelgelelim bu sakinlik, köşkteki bu huzur fazla sürmedi. Günün birinde, yağmurun yeni dindiği bir akşam… İki kardeş yemekten sonra, martı sesleri arasında, balkondan ıslak toprak ve mis gibi manolya kokularını içlerine çekerek o eşsiz manzaralardan birini seyrederken duydukları acı bir fren sesi birçok güzelliğin sona erişinin başlangıcı oluverdi. Mukaddim Bey ani fren gürültüsünün kışkırttığı köpek sesleri arasında boğulur halde de olsa zilin sesini fark etti. Diyafonla yapılan kısa bir görüşmenin ardından şaşkınlık içinde merdivenleri inip bahçe kapısına doğru ilerledi. Bir konukları vardı. Bir anda çıkagelen ve kendisiyle birlikte evin içine buz gibi bir ayazın, insanın içini daraltan yapış yapış bir havanın doluvermesine yol açan beklenmedik bir konuk. Gelen babalarından başkası değildi. Yirmi beş yıl yirmi altı yıl önce annelerini iki çocukla yüzüstü bırakarak kayıplara karışmış olan babaları. Almanya’da evlenip yeniden çoluk çocuğa karıştığını söylentilerden duydukları, kendileri için çoktan ölmüş şu ayran gönüllü adam… Babalarının gelişi öğretmenin de ablasının da huzurunu kaçırmıştı. Hem de az buz değil hani!... Kapılarına dayanan bir Tanrı misafiri gözüyle gördükleri bu yabancıyı gönülsüz de olsa buyur etmek durumundaydılar. Ama ikisinde de inanılmaz bir tedirginlik vardı. Altmışını gerilerde bırakalı hayli zaman olduğu halde neredeyse oğluyla kardeş sanılacak ölçüde genç görünümlü baba ise tersine alabildiğine neşeliydi. Canlı, hareketli… Her tarafından enerji fışkırıyordu. Öylesine yaşam doluydu ki bir yeniyetme çevikliği içinde heyecan ve coşkuyla dünyanın birçok yerine yaptığı gezilerden, Malta’dan, Yunanistan’dan, kışları gittiği Romanya’daki kayak merkezinden, Singapur’dan söz ederken yerinde duramıyordu. Şimdi de bir süre Yunanistan’da kaldıktan sonra önce Dubai’ye, ardından da Nepal’e kadar uzanacaklardı. Hazır Yunanistan’a kadar gelmişken bu defa bir günlüğüne de olsa şöyle bir İstanbul turu yapayım demişti. Karısı Ulrike ve oğlu Axel bir gün izin vermişlerdi. Bir günden fazla kalmamasını sıkı sıkı tembih etmişlerdi. Bu bir günlük İstanbul gezisi sırasında onu Midilli adasında bir otelde beklemekte olan karısıyla oğlunun tam bir Malta hastası olduklarını ve en küçük bir fırsat bulduklarında soluğu orada aldıklarını anlatırken bir yandan da gözü saatteydi hep. Durmadan bir kolundaki saate bakıyordu, bir duvardaki çalar saate… Sonra onunla da yetinmiyor, “Hoca” diye hitap etmeyi yeğlediği oğluna sorarak doğrulatmakta yarar görüyordu. Geldiğinden beri ağzını açıp da geçmişle ilgili tek söz etmemişti. Yirmi beş yıllık ayrılığın ardından öz çocuklarıyla buluşan bir baba değil de her an elinizin altında bulunan biriydi sanki. Hani bir arkadaşının kuşluk vakti ayrıldığı evine öğleden sonra bir iş için yeniden uğramak zorunda kalan, bu arada anlatıp kasılacağı çok şeyi olan bir insandan farksızdı. Durmadan kendinden söz ediyordu. Ama geçmişi ve bugünüyle ilgili birtakım karanlık noktaları aydınlatıcı şeyler değildi tabi bunlar. Falanca yerde, bilmem hangi otelin havuz başında filancayla viskilerini yudumlarken bir anda etrafını saran üniversiteli kızların elinden kurtulmak için nasıl numara yapmak zorunda kaldı?… Stuttgart parlamenteri Hans bilmem kimin şantaj olayında nasıl hemen devreye girerek işi halletti ve seçmenlerinin ruhu bile duymadan tereyağından kıl çekermiş gibi adamcağızı bu işten kurtardı?… Bir ara geçmişte bir süre çatı aktarmacılığı yaptığını ağzından kaçırmışsa da şu anda ne yaptığı, geçimini neyle sağladığı konusu hâlâ karanlıktı. Anlatmakla bitiremediği o nüfuzun, o saltanatın kaynağının nereden geldiği de öyle… Babası oğluna “hoca”, kızına “Fraunlein” diye hitap ediyordu ama Mukaddim Bey ile Mercan Hanım’ın ona “baba” ya da “Kadir Bey” diye seslendikleri yoktu. Daha doğrusu herhangi bir şekilde ağızlarını açtıkları da yoktu zaten. Zorunlu olduklarında da – binde bir - ortaya konuşuyorlardı. Şu son birkaç saattir evde bir konuşma, dertleşme değil de bir monolog hüküm sürüyordu zaten. Tek anlatıcı “baba” o kadar çok konuşuyor, o kadar daldan dala atlıyordu ki, bırakın dalgınlığı dillere düşmüş Mukaddim Bey’i ve ablasını cin gibi kıvrak zekâlı gençler bile onun bu konuşmalarını algılamakta güçlük çekerdi. Zavallılar, bu beklenmedik misafirin şokunu öyle kolay kolay atlatacak gibi görünmüyorlardı. Adamın eşikten adımını attığı an üstlerine çöküveren huzursuzluk her dakika omuzlarını daha bir çökertiyor, onları daha bir durgunlaştırıyordu. Hayat dolu cıvıl cıvıl insanlar oldukları söylenemezdi ama hiçbir zaman bu kadar büyük bir çöküntü içinde olmamışlardı herhalde. Şu andaki durumları yürüyebilen, oturup kalkabilen iki kadavradan farksızdı hani. Yüzlerinden babalarının coşkusunu paylaştıkları, anlattıklarına güldükleri ya da sinirlendikleri, hüzünlendikleri konusunda en ufak bir belirti okumak mümkün değildi. Bir durgunlaşmışlardı ki olursa o kadar!… Hareketleri de tam tersi bir o kadar hızlanmıştı. Hızlı sarma seyredilen bir filmdekinden farksızdı her şey… Alabildiğine hareketliydiler. Bu arada fena halde de sakarlaşmışlardı. Mercan Hanım hiç yapmadığı şeyleri yapıyor, elinden tencere kapaklarını düşüyor; kaşıklıktan aldığı temiz çatalları şangırtıyla bulaşıkların arasına atıyor; ızgaranın üstüne kekik yerine nane serpiyor; babasının konuşmalarının martı sesleri arasında kaybolduğunu ileri sürerek ikide bir kapattığı pencereleri gidip yeniden açıyordu… Daha da önemlisi her gün yaptığı yemeğe kattığı malzemeleri bile unutur olmuştu. Babasının eşikten adımını atar atmaz siparişini verdiği zeytinyağlı fasulyeye sarımsak ve şeker konuluyor muydu, konulmuyor muydu? Bir punduna getirip de sorayım diye boşu boşuna Mukaddim Bey’in mutfağa uğramasını beklemişti. Kardeşi de ondan farklı sayılmazdı. Babasının birbiri ardı sıra boşalttığı bira şişelerini açayım derken parmağı açacağa sıkışıyor, şişeyi fazla çalkaladığı için biranın köpüklerini Mercan Hanım’ın özenle temizlediği o canım beyaz pelüşün üzerine döküyordu. Tam iki defa da şişenin ağzını kırmıştı…….. |