KURTBOĞAN Mustafa BALEL YAR YAYINLARI 1974, İstanbul 152 sayfa |
İKİ CANLI Her defasında böyle oluyordu. “Binmeyeceğim artık şu zıkkıma!” diye yaka silkiyordu ama olmuyordu ki! Ne demişler? Adın ne, Reşit; sen söyle sen işit. Köylük yerin hali buydu. Binmeden olur mu?... Onca yol yürümekle biter mi! Hastası sağı oluyordu insanın; mahkemesi kadısı oluyordu. Bu kış kıyamette, bu karda, bu ayazda yürümek kolay mıydı Allah aşkına? Hadi o yürüdü, diyelim. Ya şu kanayaklı?... O gariban ne yapsındı? Hem hasta, hem de iki canlı... Karnı burnundaydı zavallının... Kıvrım kıvrım uzanan kasaba yoluna baktı adam. Bir yandan da paltosunun cebinden çıkardığı ellerini kâh ağzına yaklaştırıp hohlayarak, kâh ovuşturarak ısıtmaya çalıyordu. Yola çıkalı iki saatten fazla olduğu halde araba hâlâ gelmemişti. O sabah, bu öğle. Bekle babam bekle... İki cip geçmişti, ama almazdı ki onları. Ne gereği vardı el etmenin, durdurmanın? Hem onun el etmesiyle durur muydu Allah aşkına? Cipe büyük adamlar binerdi. Kaymakamı, amiri, memuru gönül indirir de iki köylü parçasını yanlarına alırlar mıydı? “Erkek halimle ben bile üşüdüm, dondum da, bu kanayaklı ne yapıyor acaba?... Ne eziyet çekiyordur kim bilir?... Kızakta iyice sarsıldı zaten...” diye soludu. Yola bir göz daha atıp yeni baştan karısından yana yöneldi. Geleceği yoktu bu makinenin. Gelmez olaydı!... Başka zaman olsa, ekmediğin yerde biterdi lanet! İşin düştüğünde de işte böyle hacıyolu bekler gibi bekletiyordu insanı. Hadi bekledi diyelim. Peki, şu ayaza ne buyrulur? Görmüyor musun, adamın ciğerlerine işliyordu. Söylene söylene yürüdü. Soğukpınar’ın başındaki koca söğüdün altına vardığında karısını, bıraktığı yerde, çuvalın üstünde, aynen öyle tortop buldu. Sarındığı mor atkının yüze yakın kısımları bembeyaz kırağı tutmuştu. Kadıncağızın dudakları mosmordu. Zangır zangır titriyordu; birbirine vuran dişlerinin takırtısını tipinin uğultusu bile bastıramıyordu. Koltuk altlarından çıkardığı ellerini entarisinin yırtmacından göğsüne sokup ısıtmaya çalıştı. Bir yandan da başını çevirmiş karlara bata çıka yaklaşmakta olan kocasına bakıyordu. Biraz daha yaklaşınca boğuk bir sesle sordu: “Giden gelen yok mu?... Daha ne kadar bekleyeceğiz?” “Maalesef!” diye içini çekti adam. Başı önünde bir süre ellerini ovuşturdu. Ayaklarıyla birkaç kez küt küt yeri dövdükten sonra kendi kendine söylenmeye koyuldu: “Bir üstüaçık geçse, ona da razıyım. Biraz üşürüz, ama hiç değilse bir an önce varırız...” “Dinlemiyorsun ki!...” diye söylenmeye başladı kadın. “Demedim mi, götürme... Ne işim vardı ki benim kent yerinde. Ölürsem de kendi evimde, kendi damımda, çoluk çocuğumun içinde ölürdüm. Karı başıma erkeğin dişinin içinde, hastanelerde...” “Dır dır edip durma!... Keyfimizden mi bu kış kıyamette dağ başlarında...” Kadın kocasını biraz yatıştırmak istercesine: “Korkacak bir şey yoktu ki!...” diye sürdürdü. “İki bardak çay içtim mi, olur biterdi. Ha, iyi ki aklıma geldi: Unutma, çay otu alınacak. Paketin dibi göründü. Giden gelen olur loğusa görmeye... Çay gibisi var mı?... Alt tarafı soğuk algınlığı benimkisi… İki bardak sıcak sıcak çay içtim mi, bir şeyciğim kalmazdı...” “Adamın kafasını bozma!... Zaten canım burnumdan çıkıyor...” İster istemez sustu kadıncağız. En iyisi dilini kısıp oturmaktı. Kadın dediğin elinin hamuruyla erkek işine karışmamalıydı. Bir gelenekti bu, töreydi. Hem Ayazgilin Satılmış keyfinden mi götürmek istiyordu onu kente? Elbet bildiği vardı ki tez elden hastaneye ulaştırmak istiyordu. Allah razı olsun, iyi insandı. Koca Obol’da onun gibisini kolay kolay bulamazdın. Evine bağlıydı, gözü dışarıda değildi. Eh, bundan iyisi de can sağlığıydı... Gerçi varlıktan yana biraz zayıftı ama o kadarı da olurdu artık. Düşünürken yanaklarından göğsüne aşağı bir sıcaklığın kayıp indiğini fark etti. Kocası bir ara Pipor’un yanına oturduysa da bir yerde duracağı yoktu. Derin derin solumalar... İç geçirmeler... Küfürler savurarak kendi avuçlarının içini yumruklamalar... Derken bir de bakıyordun, fırlayıp kalkıveriyordu. “Ben bir daha bakayım...” dedi ve ilerdeki bakımevine doğru yürümeye koyuldu. Bir baksındı bakalım, bakımevinin sobası yanıyorsa, götürsün de orada ısındı kadıncağız. Şu suratına baksana, mor havuca dönmüştü. Sırtını sağlam giyin, elini yüzünü iyice sar, demişti ama kimin umurunda!... Anasının atkısını istese, ölürdü sanki!... Şimdi güzelce gövdesine sarardı. Kentte herkes ona bakar, kılığına gülermiş de... Yok efendim, bilmem neymiş de... Bu kısmında kendini daha fazla tutamadı adam. Arkasını dönüp hayli geride kalmış karısına duyurmak için sesini yükselterek öfkeyle bağırdı: “Musturluk etmeyip isteseydin o atkıyı ölürdün, değil mi!... Köylünden de şehirlinden de başlayacağım şimdi...” “Soğuk başına vurmuş herifin.” diye homurdandı kadın. Bilir bilmez konuşuyordu. O kılıkla kardeşinin evine nasıl giderdi? O haliyle el içine nasıl çıkardı? El adamın varına yoğuna bakar mı? Bir memurun ablasına bak, Allah’ın dağlısı demezler miydi?... Başını kaldırıp etrafına bakındı. Yoğun sis, özellikle de karın dört bir yanı saran göz kamaştırıcı beyazlığı yöreyi görmesini engelliyordu. Biraz önce yanından ayrılan kocasının karda bıraktığı izlerden en yakın bir ikisi seçebiliyordu ancak. Son zamanlarda böğürlerine musallat olan sancıyı başlangıçta pek umursamamışsa da dayanacak gücü kalmamıştı artık. Günbegün daha kötüye gidiyordu. ….. |