1978 yılında yazdığınız, 1981’de yayımladığınız “Peygamber Çiçeği” yirmi dört yıl sonra bu kez farklı kuşaklarla buluşuyor. Kadın ağırlıklı romanın kişilerinden biri, Sünni bir aileye gelen Alevî gelin, mezhebi nedeniyle de horlanıyor. Aynı mahallede oturan, iki ayrı mezhepten insanlar da birbirlerine düşmanca bakıyorlar. Yirmi dört yıl sonra gelinen noktada değişen bir şey var mı? Olmaz mı?.. Değişen bir şeyler oldu tabii. Türkiye öyle bir ülke ki insanı şaşırtmaması mümkün değil. Değişik çağların bir arada yaşandığı bir başka ülke bulmak pek de kolay olmasa gerek. Bazı alanlarda şaşırtıcı gelişmeler görülürken, bazı alanlarda da tersine gerilemeler yaşanıyor bu ülkede. “Peygamber Çiçeği”ne temel mekân olarak aldığım Sivas’tan otuz yılı aşkın bir süredir uzakta yaşadığım için birtakım somut saptamalarım olduğunu söyleyemem doğrusu. Ama bir söz vardır: Halep oradaysa, arşın burada. 1978’de sadece dostane olmaktan uzak sözlerle yetinen insanların on dört yıl sonra yaptıklarını görünce “Peygamber Çiçeği”nin Madımak’ın habercisi olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum. . “Peygamber Çiçeği”nde Dudu adında ceberut bir kayınvalide var. Her fırsatta gelinini, zaman zaman da torunlarını ezen bu baskın kadın, erkek egemen bir toplumda, özellikle de Sivas gibi geleneksel yapının katı bir biçimde sürdüğü Anadolu kentinin bir kenar mahallesindeki sosyal yapıyla ters düşmüyor mu? O ceberut kayınvalideler, baskın anneler, eşler ülkemizin neresinde yok ki! Bakmayın siz, kol kırılır yen içinde kalır kabilinden, pek açığa vuran yok. Hani “ataerkil” toplumuz ya!... Başkaları fark etmesin de, ne olacak ki, ölüm yok ya sonunda, olsun olduğu kadar! Bunu da “zevahir”i kurtarmak anlayışıyla hallettikten sonra sözde “erkil” erkeklerin keyfine diyecek yoktur doğrusu. Sağda solda dilediği kadar “kazak erkek”liğiyle övünebilir artık; “yakayı ele vermiş” zavallı hemcinsleri hakkında uzun uzun ahkâm kesip onları aşağılayabilir. Nasıl olsa dört duvarın arasında onun zavallının teki olduğunu, yakın çevresinden başka bilen yoktur... Bu arada kadın da memnundur hayatından. Kocasının dışarıda birkaç kişinin yanında şöyle biraz hava atıp, evde kendisinin sözünün geçtiğini, karısının onun karşısında gıkını çıkaramadığını söylemesinin ne sakıncası var ki!... Kısacası uzlaşımsal bir şekilde sürüp gitmektedir bu komedi. Bu yüzden de birçoğumuz “ataerkil” bir toplumda yaşadığımızı düşünür, her fırsatta bunu söyleriz. Hatta bu anlayışın değişmesi yolunda kendi çapımızda birtakım çabalar gösteririz. Oysa önyargıdan ve kalıp sözlerden uzak çevremize şöyle bir baktığımızda toplumumuzun sanıldığı gibi erkek egemen bir toplum olmadığını görmememiz mümkün değil. Bu yalnızca büyük kentlerde rastlanılan bir durum değil. Hiç ummadığımız, feodal düzenin bütün yoğunluğuyla sürmekte olduğu yerlerde de öyle. On üç on beş yaşlarında evlendirilen o masum kızlar aradan yirmi, yirmi beş yıl geçince, ailenin yönetiminde mutlak söz sahibi oluyorlar. Kocalarına ve çocuklarına, gelin ve damatlarına kök söktürüyorlar. Şuna inanıyorum: Bir yerde bir kadın çile çekiyorsa bunun nedeni bir başka kadındır. Etrafımıza şöyle bir bakacak olursak hemen görürüz. Kocasını elinden almıştır, karını boşa demiştir, evinin nafakasını adamın elinden almıştır, gelinini kıskanmaktadır, oğlunu karısından ayırıp denetiminde tutabileceğini düşündüğü bir başka kadınla evlendirmeyi tasarlamaktadır. Hem Allah aşkına, şiddet kullanan erkekleri yetiştirenler de anneleri değil mi? Yani bir başka kadın… Bakın, nemrut suratlı cadaloz Dudu’nun kışkırtmaları sonucu her gün “tımarı yapılıyor” diye üzüldüğümüz o zavallı gelinin bile günün birinde aynı şekilde ceberut bir kadına dönüşmesi mümkün. Ama biraz zor. Bunu zorlaştıran da çocuklarının dördünün de kız olması. Kocası kendini içkiye verip de bir alkoliğe dönüşünce adamın sarhoşluğundan yararlanıp kadının da onu hırpaladığını görüyoruz. Olacağı o. Başka ne beklenir ki? İlginç olan Servet de başına gelecekleri biliyor. “Elim tutarken ben sizi döveyim de sonra nasıl olsa çocuklarınla bir olup sen beni döversin.” diyor. Yani ezilen kadın, yeterince güçlendiğinde ya da kendinde o cesareti bulduğunda öcünü alıyor. Kısır bir döngü değil mi bu? Sizce eksik olan nedir? Toplumdaki insanların birbirlerine sevgi ve saygıları yok. Feodal yapı sadece kırsalda değil, kentte de ‘gelişerek’ varlığını sürdürüyor. Bıçak gibi keskin gelenekler var; aile meclisi karar aldığında ne pahasına olursa olsun kan dökülüyor. Sadece kadınlar eziliyor ya da erkekler eziliyor diyemeyiz. İki cins de fırsatını bulduğunda birbirini eziyor. Kimin gücü kime yeterse. Çiçek Pazarı’ndaki sermayelerin hemen hepsi günün moda deyimiyle “kader kurbanı”. İçlerinde biri var ki, çok farklı. Ne toplumsal koşullar sürüklemiş onu oraya, ne çevre baskısı... Bile isteye kendi özgür iradesiyle seçmiş orayı. Biraz Şadan Abla’yı anlatır mısınız? Evet, kimini kocası satmış, kiminin adı kötüye çıkmış. Kiminin kayınpederi koynuna girmeye kalkışmış, yüz bulamayınca oğluna başka hikâyeler uydurarak genç kadını evden attırmıştır. Şadan Abla, Çiçek Pazarı’ndaki adıyla Orkide ise genelevi özgür iradesiyle seçen tek kişi olarak çıkıyor karşımıza. Kentin anlı şanlı bir ailesinin kızıdır; bir başka anlı şanlı ailenin lise müdürü olan oğluyla evlidir. On bir yıl boyunca çocukları olmamıştır ve adam okuldaki sekreterle düşüp kalkmaya başlamıştır. Kocasının güzellikten nasibini almamış bu sekreteri kendisine tercih etmesini hazmedemeyen kadının gözü hiçbir şeyi görmez olur. Ne ailesi, ne dört kardeşi... Tek bir düşüncesi vardır: Bu adama en ağır darbeyi nasıl indiririm?... Düşünüp taşınmış ve gidip geneleve kaydını yaptırmıştır. Hatta bununla da yetinmeyip bu konudaki çabalarını orada da sürdürmektedir. Tanıyan birileri çıkar da adam rezil olur düşüncesiyle herkese hikâyesini anlatmaktadır. Açık açık, adını sanını vererek… Nurtenleri, Ayşeleri, Fatmaları genelevlere sürükleyen koşullar değişti mi? Genelevlerde çalışan kadın sayısında artış olup olmadığını bilmiyorum ama bedenini satan kadın sayısında son yıllarda büyük bir artış oldu. Maalesef öyle. Her geçen gün daha da artıyor. Eskiden kadınlar aile baskısından, toplumsal baskıdan kurtulmak, istemedikleri bir erkekle evlenmemek için evlerinden kaçıyor ve sonunda genelevlere düşüyorlardı. Dul kalan kadına potansiyel fahişe gözüyle bakılıyordu ve yaşamını sürdürebilmek için çalışma şansı tanınmıyordu. Bugün artık genelev bir ‘kurtuluş’ evi değil. Özellikle modalara tutsak olmuş, güzel giyinmek, zengin ve ünlü olmak isteyen genç kızlar, kadınlar özledikleri hayata kavuşabilmek için bedenlerini satmayı yeğliyorlar. Ama hâlâ yoksulluk yüzünden bedenlerini satmaya mecbur olan kadınlar var. Suçlu mu ararsınız!... Gelir dağılımındaki çarpıklık, eğitimsizlik, medyanın bombardımanı... Hangi birini sayayım ki!... Belli bir altyapı olmadan kendimizi bir anda tüm kurumlarıyla insanları köleleştirmeye programlanmış tüketim toplumunun içinde bulduk. Az şey mi bu? Bugün satın alma gücü sosyal sınıflandırmada en üst basamağa yerleştiriliyor ve insanlar ona göre değerlendiriliyor... Çok değil on dakika televizyonun karşısına geçmeniz yeterli. Falan arabayı almadı diye kocasının yüzüne kapıyı çarpıyor kadın. Ancak araba alındığında mutlu oluveriyor aile. Romanda “şiddet”e çokça yer vermişsiniz. Kimi yerde sövgü ve övgü için aynı sözcükler kullanılıyor. Kayınvalide ve oğlu geline, gelin de çocuklarına karşı şiddet uyguluyor. Romanın gerçeği ile yaşamın gerçeğinin örtüştüğü bu noktada şiddeti geleneksel yapının getirdiği bir biçim olarak mı yorumlamalıyız? Şiddet olmayan bir alan gösterebilir misin? Her tarafta var. Ortaya çıkış biçimleri belki farklı ama her an bir şekilde karşılaşmamız mümkün. “Peygamber Çiçeği”nin yetiştiği mahalle öyle Sivas’ta tuzu kuru insanların yaşadıkları bir ortam değil. Bir zamanlar kent ileri gelenlerinin oturduğu, görkemli konaklardan geçilmeyen bir dış mahalleyken zaman içinde yakınındaki demiryolları fabrikası işçilerinin oturdukları bir kenar mahalleye dönüşmüş burası. Yoksulluk diz boyu... Cehalet, çevre baskısı yine öyle. Bütün bunlar pek de sevgi bırakmıyor insanda. Aç insanın çevreye gülücükler dağıttığı nerede görülmüş?... Bir de buna aylardır devam etmekte olan grevi eklersek, durum daha da vahimleşiyor. Bu arada yaşlı kadının hayata duyduğu öfkeyi de unutmamak gerekiyor. Evet, evet... her ne kadar kökeninden, özellikle de ocağını tüttürecek bir erkek evlat vermeyişinden dolayı gelini üzerinde somutlaşsa da düpedüz hayata duyulan bir öfke bu. Hem sonra güçlü zayıfı eziyor, hayatta da öyle değil mi? Televizyon ekranlarında izlediğimiz savaşta şiddete her gün tanık olmuyor muyuz? Övgü ve sövgülerin iç içeliğine gelince; gerçekten de bazı kesimlerde bunu ayırt etmek o kadar zor ki!... Ancak sözün devamından ya da o sözü izleyen eylemden çıkarabiliyoruz bunu. Çocukları severken bile “kâfirin dölü, gel de seveyim biraz “ diye etlerini buran bir toplumuz biz. Burada bir sempati ifadesi olan “kâfirin dölü”, “Kafirin dölü, bir daha onun yanına gitmeyeceksin demedim mi sana ha!” cümlesinde bir sövgüye dönüşebiliyor. Her iki söze de eşlik eden eylem çoğu kez bir ısırık ya da o sevimli çocuğun baldırına bir çimdik olmuyor mu? “Eşek sıpası seni! Ne kadar güzelleşmişsin böyle... Yerim o yanaklarını yerim ben senin!...” diye dünya tatlısı çocuklara aç kurt gibi saldıran akraba ya da komşu kadından geçilmiyor ortalık. Hele de Anadolu’da. Daha da şaşırtıcı bir şey söyleyeyim mi? Şu anda bu gelenek sürüyor mu bilemiyorum ama eskiler, kem gözleri harekete geçireceği ve çocuğa göz değeceği inancıyla küçük çocukları severken onlara “melek, güzel, tatlı, şeker” gibisinden yüceltici sözler yerine “çirkin, hoyrat...” gibisinden sözler kullanırdı. “Peygamber Çiçeği” farklı iki boyutta ilerleyen bir roman: Nurten’in kendini Çiçek Pazarı’nda bulmasını bir milat olarak alacak olursak, bu boyutlardan biri roman kahramanının Yüksek Kaldırım’daki yaşamı, ötekiyse ondan önce Sivas’taki yaşamı. İkisi de kahramanın kendi ağzından anlatılıyor. Yazımda birinci tekil anlatımın getirdiği birtakım zorluklar olmadı mı? Birinci tekil anlatım hayli zor bir ifade biçimi. Yazarın söz konusu kahramanla özdeşleşip onun gibi düşünmesi, onun sözcükleriyle konuşması, açık söyleyeyim, kolay değil. Onun gibi konuşmak belki o kadar değil, ama başkası gibi düşünmek riskli bir şey. Kendi kafasından geçenlerin ne kadarını roman kahramanın kafasına aktaracak, bunu hangi sözcüklerle ve nasıl yapacak? Yazarın bunları çok iyi hesap etmesi gerekiyor. Hele de bu tip karşı cinsten biriyse ve ilkokulu zar zor bitirmiş bir hayat kadınıysa, iş daha da zorlaşıyor... Ama bu işi alnımın akıyla kotardığıma inanıyorum. Yaşamın hızlı ritmine kapılıp ayrıntıları unutur olduk. Oysa karabiber, kekik, tarçın, zerdeçal, zencefil nasıl yemeğe tat katıyorsa, ayrıntıları da yaşama renk katan çeşniler olarak görüyorum. Roman kurgusunun bir öğesi olmayı başardıkları sürece ayrıntılar son derece önemlidir. Yaşam bir ayrıntılar bütünüdür bence. Hatta yaşamın kendisi evrende bir ayrıntı değil midir? Ayrıntılar bir araya gelerek gerçeği daha net görmemizi, görünürdekinin altında yatanı yakalamamızı sağlar. Yanlış hatırlamıyorsam, büyük şairimiz, “Mendil bir karış bezdir ama beş karışı bir arşın olur, arşın arşını doğurur.” der. Çocukluk ve gençliğinizin geçtiği Sivas yöresinin deyimlerine çokça yer vermişsiniz ve bu da romana ayrı bir tat katıyor. Bu gibi öğelerin dilimize katkısından söz edelim mi? “Pabucu dama atılmak”, “hevesi kursağında kalmak”, “yüzünü gören hacı olmak”... Deyimlerimiz halk kültürümüzün bize bahşettiği bir hazine. Bunları yeri geldiğinde kullanmalı ve bizden sonraki kuşaklara aktarmalıyız. Tabii zorlamadan, sırf folklorik öğe olsun diye yerli yersiz serpiştirmeye kalkışmadan. En önemlisi de anlamlarını bilerek ve onları bozmadan. Halkımızın kendini ifade ederken sıklıkla deyimlere başvurması boşuna değil. Deyimlerin pratik bir yanı var. İfadede büyük kolaylık sağlıyorlar. Bir durumu aktarmak için uzun uzadıya uygun sözcükler aramasına, en doğru biçimde nasıl anlatırım diye kara kara düşünmesine gerek kalmıyor. Bir deyimle, yani birkaç sözcükle hallediyor işini. Romanın sonunda Nurten, Karaköy’de bir insan seli ile karşılaşıyor. Şakır şakır yağan yağmurun altında sloganlar atarak Tophane’den Karaköy’e doğru ilerlemekte olan göstericiler sıradan bir rastlantı değil tabii. “Peygamber Çiçeği”ne simgesel bir nitelik katıyor. Bu göstericilerin çağrışımını biraz açar mısınız? Roman boyunca Nurten’in yaşamı (geçmişi ve günceliyle) ve içinde yaşadığı sosyal çevreler anlatılıyor. Zaman zaman dış dünyaya yönelik birtakım ipuçları da veriliyor tabii. Ama Nurten ve Çiçek Pazarı’nın diğer sermayeleri çoğu zaman dış dünyadan kopuk kendi gerçekleriyle yaşıyorlar. Dış dünya onlara pek de bir şey ifade etmiyor gibi. İşte roman içerisine serpiştirilmiş dış dünyaya ilişkin birtakım ipuçları romanın sonunda onun görmezden gelemeyeceği bir biçimde bütün gerçekliğiyle karşısına dikiliyor. Nurten’in ve onun gibilerin kurtuluşlarına “ucu açık” bir çağrışımda bulunarak... |
PEYGAMBER ÇİÇEĞİ Mustafa BALEL DÜNYA YAYINLARI 2005 İstanbul 2.Basım |
Peygamber Çiçeği’nin 1981’de YAZKO yayınları arasında çıkan birinci baskısının İsa ÇELİK tarafından tasarlanan kapağı |
BASINDA PEYGAMBER ÇİÇEĞİ |
PEYGAMBER ÇİÇEĞİ ÜZERİNE YAZAR İLE YAPILAN KONUŞMALAR |
PEYGAMBER ÇİÇEĞİ ÜZERİNE MUSTAFA BALEL İLE BİR SÖYLEŞİ Konuşan: Nemika TUĞCU Cumhuriyet Kitap |