www.mustafabalel.com |
PEYGAMBER ÇİÇEĞİ MUSTAFA BALEL YAZKO Yayınları 1981, İstanbul 242 sayfa Kapak: İsa Çelik |
SENNUR SEZER’İN YAPTIĞI SÖYLEŞİ Soru: Balel, gerek öykülerinde gerekse “Peygamber Çiçeği” romanında kadın kahramanların ağırlık kazandığını görüyoruz. Bu yalnızca öykünün ağırlığını onların taşımalarından değil. Davranışlarından ruh durumlarına kadar daha iyi yansıtılmalarından, ayrıntılı anlatımlarından da geliyor. Erkek kahramanlar geri planda kalıyorlar. Onların ruhsal durumlarını ise hiç bilmiyoruz. Kadınları çok iyi gözlemlediğin anlaşılıyor. Kadın kahramanları duygusal ve toplumsal durumların zıtlıklarını daha iyi belirtmek için mi seçtin? Yoksa kadınları bu kadar iyi anlatışının özel sebepleri var mı? Yanıt: Haklısınız, “Kurtboğan” ve “Kiraz Küpeler”i izleyen çalışmalarımda özellikle son dönem öykülerimde ve “Peygamber Çiçeği”’nde çilekeş Anadolu kadının sorunları ağır basıyor. Bunu artık duygusal yanı daha iyi yansıttığına mı yorumlarsınız, toplumsal çelişkileri daha belirgin vurguladığına mı… Yoksa bir yazarın, insancıl yanıyla kişisel çıkarları arasındaki çatışkı her an sezilen bir üvey anneyle üç genç kız arasında tampon oluşturmakla geçen, biri öz iki anneanne ve bir o kadar üvey babaanneyle daha da renklenen çocukluk ve ergenlik dönemlerinin kazandırdığı gözlem birikimine mi?... Orasını bilemem. Kuşkusuz bunların tümünün payı vardır da, ben diyorum ki, şu geçiş döneminde, hiç olmazsa toplumun bir yarasına, ekonomik özgürlüklerini elde edememiş Anadolu kadının sorunlarına yönelmek, bu yaraya bir neşter vurmak, bireysel bunalımların, insanı nihilizme götüren aşırı simgeciğin, fantasizmin goygoyculuğunu yapmaktan iyiydi. Belki politize yapıları gereği fazla derinliğine inilemedi, yalnızca evdeki konumlarıyla yetinildi ama erkeklerin geri planda bırakılıp ruhsal durumlarının irdelenmediği konusundaki görüşünüze katılmıyorum. Kadınların başarıyla çizdiğimi vurguladığınız o ruhsal durumlarını belirleyici öğe olarak yerini alıyor onlar benim öykü ve romanlarımda. Teker teker hiçbir anlam taşımayan objeler, bütün içerisindeki konumlarıyla var olur, değer kazanırlar bildiğiniz gibi. Bir hamam sahnesi alalım ele. Göbek taşında sere serpe uzanmış, her yanları sırılsıklam ter içinde kalmış, yüzü gözü havuç gibi kızarmış yarı baygın insanlar… Dönen başını avuçlarıyla bastırarak sarsak adımlarla yürüyen yaşlılar… Körük gibi inip kalkan göğüslerini tutarak gönülsüzce yanındakilerin dertlerini dinleyenler… Ağzını soğuk su musluğuna dayayıp kana kana içen, içtikçe canlanıp dirilen insanlar… Nasıl ki burada adı anılmadığı halde gözümüzün önüne ‘sıcak’ geliyor, onun bunaltıcılığı çöküyorsa üstümüze benim öykü ve romanlarımda da öyle. Görünüşte bir geri plandalık ve siliklik onlarınki. Dolaylı bir anlatımla etkin, baskın, belirleyici yapıları her an seziliyor… Kaldı ki toplumumuzda – belki daha pek çok toplumda da öyle - ekonomik baskının ötesinde, diğer bilinen kurumların ağırlığını daha bir yoğun duyuyor kadınlar. Başlarının üstünde Demokles’in kılıcı gibi sallanıp duran gelenekler, töreler, toplumsal koşullanmalar, dirençsizlikleri, fiziksel zayıflıkları… Bu mengenede kıvranırken önlerinde iki seçenek var: Ya kaderci bir tutumla durumu kabullenecek ya da başkaldıracaklar. Soru: Başkaldırıda bir kahraman olarak ben, durumunu kendi seçen bir kahraman olarak Peygamber Çiçeği’ni hatırlıyorum. Öteki kadın kahramanların, Peygamber Çiçeği’nin annesi, “Gülname” adlı öykündeki kız… durumlarını kabullenmiş kişiler. “Peygamber Çiçeği”ndeki Nurten’in, “Cumartesiye Çok Var mı?”daki Deste’nin başkaldırı ise bilinçsiz bir yabancılaşma durumunda olduğu için sonunda düzenin dişlilerine takılmak oluyor. Bu da durumu değiştirmiyor. Bu anlamda kadınların düzenin getirdiği durumdan kurtulma şansları yok… Ne dersin? Yanıt: Evet öyle. Asıl vurgulamak istediğim de bu zaten. Hani derler a: Keskin sirke küpüne zarar. Kendi elleriyle kendilerini daha zor duruma sokuyor bu kişiler; adamakıllı açmaza sürükleniyorlar. İnsan doğasından gelen olağan bir tepki, sıradan bir duygusallığın yansımasından başka bir şey olmayan bu dışavurum, neyi değiştirebilir?... Fakat önemli. İnsanoğlunu eşyadan ayıran bu özelliği küçümsememeli bence. Mangal kenarına kıvrılmış uyuyan bir kedi bile rahatını bozmaya kalkıştığınızda homurdanıyor, hoşnutsuzluğunu açığa vurmak için çakmak çakmak gözlerle üzerimize yürüyor, hatta temiz bir dayak çekip kapı dışarı edeceğimizi bile bile cırnak atıyor da insan denen yüce varlığın bunu yapmasını neden yadırgıyoruz ki! Önemli olan insanın bu doğal tepkiye sahip olması, benliğinde tetikte tutması onu. Yapa boza öğrenmiyor muyuz her şeyi?... Bir bilen çıkıp öğretiverir nasıl olsa bu helvanın nasıl karılacağını… Kurtulma dediniz de, toplumu erkekler ve kadınlar birlikte oluşturuyorsa, kurtulmayı bir kesimin tekeline vermek niye?... Soru: “Peygamber Çiçeği”ndeki kızın genelev seçimini biraz açar mısın? Bir öfkenin sonucu mu, bilinçaltında gördüğü rugan pabuçlu genelev kadınının ailenin baskın kişisi babaanneden ilgi görmesi mi etkin, yoksa film ve gazetelerin özendirmeleri mi? Çünkü ne fiziksel yapı olarak ne de dünyaya bakışı buna uygun değil Nurten’in. Yanıt: Nurten, dediğiniz gibi, şımarık, arı satmış namusu tellala vermiş bir erkek delisi değil. Sınıf atlayıp parayla oynamayı amaçlayan bir gözü kara da değil. Böyleyken bu yolu seçip kendini Çiçek Pazarı’na atması neden?... Ben olsam bu soruyu şöyle sorardım: “Nurten’i Çiçek Pazarı adındaki batakhaneye iten ne?” Ve hemen şu yanıtı verirdim: Sosyal tabandaki çarpıklığın yarattığı öfke… Çocukluk ve ergenlik dönemi Sivas’ın bir kenar mahallesinde, çevrede önceleri etkin ve saygın bir aileyken, büyükbabanın ölümünden sonra – kabuk değiştiren üretim ilişkileri sonucu - yoksullaşan bir ailede geçiyor Nurten’in… Çevre baskısı ve oğlunun farklı mezhepten bir kızla evlenmesini bir türkü içine sindiremeyen büyükannenin kışkırtmalarıyla her gün karısını döven bir babası var bu kızın. Bir de yediği dayağın acısını çocuklarından çıkarmakla rahatlayan bir annesi… Ve onu bu cehennemden kurtulmak için her şeyi göze almaya iten temel olay, bardağı taşıran son damla: saçlarını kestirdi diye babasının kıyasıya dövüp bileklerinden tavana asması… Bütün bunlar bir toplumsal kaosun yansıması değil midir?... Sonra dedikodular… Bir babanın sırf saçını kesti diye gelinlik kızını bütün bir gece tavanda bileklerinden asılı bırakarak mahalleyi ayağa kaldırması akıl alır bir iş olmadığına göre, olay çarpıtılarak farklı boyutlara ulaştırılmaya gebe. Henüz ipten indirilen Nurten hasta yatağında sancılar içinde kıvranırken sözümona hasta görmeye gelenlerin ayaküstü uyduruverdikleri yalanların kulaktan kulağa yayılması kıza çevrede yaşama hakkı tanır mıydı? O da ayrı bir olay tabi. Soru: “Peygamber Çiçeği”nde baştan son yöresel bir dil kalıbı kullanıyorsun. Örneğin “Utanmasaydı ya, tabanları yağlayıp kaçacaktı.” Cümlesi okunduğunda ‘ya kaçacaktı ya da bayılacaktı’ gibi bir tamamlamayı gerektiği duygusunu veriyor. Bir yanlış anlatım yolu seçmişsin kanısıı da edinilebilir. Bu seçimi belki de “Peygamber Çiçeği”nin şehirdeki yabancılaşmasını vermek için yaptın. Yöresel dil kalıbını kullanmanın nedenlerini anlatır mısın? Yanıt: Yöresel dil kalıbı kullandığımı da nereden çıkarıyorsunuz? Kadın konusunu deşmedeki titizliği burada da gösterip, en azından TDK Türkçe Sözlük’e baksaydınız, “ya” maddesindeki uzun açıklamalar arasında romanımda yer yer kullandığım ve anlatım özgünlüğümün bir parçası olduğuna inandığım ‘ya’nın orada aynen yer aldığını, iki cümleden gerekçe bildireni üzerinde ısrar anlamı taşıyan bu ‘ya’nın “Kitabı eline geçirdi ya bitirmeden bırakmaz.” diye bir örnekle de vurgulandığını görecektiniz. İşte o ‘ya’ benim kullandığım. Hem şöyle biraz gerilere dönüp otuz kırk yıl önceki sözlüklere göz atmaya kalkışsak, acaba onlarda da şu anda olduğu gibi dört farklı anlamda kullanılan bir ‘ya’ maddesi mi çıkacaktı karşımıza?... Dil canlı bir olaydır, doğar, gelişir, yaşar, ölür. Geçmişte nice kalıplar sürecini tamamlayıp yok oldu, gitti. Yerini yenilerine bırakarak… Güzel Türkçemize birkaç yıl sonra incelemecilerin, araştırmacıları üç beş yeni ‘ya’ katmayacağını nereden biliyoruz?... Soru: “Gülname” öykünden başlayarak kırsal kesimden şehre göçenleri, değişen değer yargılarını anlatıyorsun. Değer yargılarında, genellikle tutucu olan kadınların değişmeleri, toplumsal değişimi yansıtması yönünden önemli. Bu hikâyeler “Gülname”, “Anacık”, “Gözyaşı Satıcısı”, “Cumartesiye Çok var mı?” birbirinin devamı gibi. Yeni bir roman hazırlığında mısın? Yanıt: “Köşküm Var Deryaya Karşı” adıyla toplamayı düşündüğüm bu öykülerin tümü bir arada okunduğunda bir roman oylumunu ve derinliğini aratmayacak belki. Ama burada asıl belirtmek istediğim, ilk halkasını “Peygamber Çiçeği”nin oluşturduğu “Ayışı Otopsileri” adlı bir dörteme. İkinci kitabı şimdilerde bitirdiğim “Asmalı Pencere” olan bu çalışma “Gün Vurgunu” ve “Civelek” adlı romanlar da tamamlandığında, topluma neşter vuran bir dörtleme çıkacak ortaya. YAZKO Edebiyat, Sayı : 20 Haziran, 1982 |
PEYGAMBER ÇİÇEĞİ |