mustafabalel |
BİZİM SİNEMAMIZ VAR İlkgençlik Romanı Mustafa BALEL ABeCe İstanbul, 1979 |
BİR Kasım ortaları dedi mi, ortalığın tadı tuzu kalmazdı. Havalar bozar, soğuklar bastırırdı birden. Bir esintidir kavururdu her yanı. İlkin usuldan başlardı yel. Ardından, giderek azıtırdı. Şahlanmış tay gibi tozu dumana katar, nerede ne kadar yaprak var, götürür dere içlerine doldururdu. Çeri çöpü de tabii... Henüz ekim sonlarıydı. Ama şimdiden evlerin önü yapraktan geçilmez olmuştu. Ne kadar söğüt, kavak, erik, vişne yaprağı varsa kapı önlerine yığılmıştı... Bir frak, bir papyon kravat, bir ipek gömlek, bir çift ayakkabı... Çok heyecanlıydı Sarı. Konsolos olacağını duyunca, nasıl karşılayacaktı ki annesi? Yol boyu hem yürüyor, hem bunu düşünüyordu. Mahalleye yaklaştıkça heyecanı iyice artmıştı. Hele de hamamı, önünde emeklilerin sandalye atıp tavla, domino oynadıkları kahveyi, taksi durağını geride bırakıp dere içine saptığında, derler ya, içi içine sığmaz olmuştu. Acaba ne diyecekti annesi? “Almasaydın evladım. Benim bir de onunla uğraşacak halim mi var?” diye küçük bir sitemle mi geçiştirecekti? Yoksa “Yaşamayasıca, ben seni konsolos yapmasını bilirim şimdi!” diye takunya elinde kovalayacak mıydı?... Aslında belli de olmaz. Belki de sevinirdi. Fena mı, oğlu koskoca Fransız konsolosu oldu diye kasılır, önüne gelene böbürlenirdi. Ne olursa olsun eve gitmeden nasıl bir tepki vereceğini kestirmek kolay değildi. Ne diyeceğini, nasıl karşılayacağını görmek için bir an önce eve varması gerekiyordu. Bir frak, bir papyon kravat, bir ipek gömlek, bir çift ayakkabı... Yeni öğretmenleri Pınar Hanım vermişti kendisine bu rolü. Giden öğretmenlerinin ardından yas tutmaya başlayan dördüncü sınıfın bu yası hiç de uzun sürmemişti. Yeni gelen öğretmen korktukları gibi çıkmamış, daha sınıfa girer girmez kendini sevdirmesini bilmişti. Bir kere güleç yüzlüydü Pınar öğretmen. Daha önceki gibi olura olmaza sinirlenip sivri uçlu anahtarlığıyla başlarına vurmuyordu. Bazı öğrencilerle konuşup ötekileri dışladığı da yoktu. Herkesle aynı şekilde ilgileniyordu. Hepsi bir yana, gelir gelmez bir canlılık getirmişti sınıfa. Üstelik eski öğretmenleri gibi müsamereye sadece ön sıradaki birkaç çocuğu almamış, arka sıralara da sormuştu, isteyen var mı diye. Kral, kraliçe, ipek tüccarı, tahtırevanla gezen sultanlar, omuzları yıldızdan geçilmeyen, kasketlerine ve pantolonlarının yanlarına sarı sutaşı çekili generaller... Bu rollere pek hevesli çıkmadığından kim parmak kaldırdıysa onu seçmişti. Çaycı, tahtırevan taşıyıcı, kralla kraliçenin muhafızları, ipek tüccarının karısının başucunda devekuşu tüyünden yelpazeler sallayan nedimeler... Onlara da öyle... En çok parmak kaldırılan rol tahtırevan taşıyıcılığı olmuştu. Çünkü bunlar, bacaklarında eski bir pantolon, çıplak gövde, yalınayak çıkacaklardı sahneye. Yani özel olarak kostüm hazırlamalarına gerek kalmayacaktı. Sınıfın en çalışkan, en yakışıklı çocuklarından biri olan Sarı, tahtırevan taşıyıcı olmak istemişti ama olmamıştı. Onu böyle temiz giyimli görünce kabul etmemişti Pınar öğretmen. “Hayır çocuğum, tahtırevan taşıyıcılığını boş ver, Fransız konsolosu olacaksın sen!” demişti. En ön sırada oturan kızlardan biri, tellerle tutturulmuş dişlerini göstererek itiraz edecek olmuştu. Fakat öğretmen, anında susturmuştu onu: “Aması falan yok! Arkadaşınız uzun boyu, ince yapısıyla bu role çok iyi uyuyor.” Böylece kimse bir şey söyleyememişti. Hem yürüyor, hem de bunları düşünüyordu Sarı. O çürük dişli kız aklına geldikçe sinir oluyordu. Ön sırada oturan sırık boylu Serra'ya da öyle... Olura olmaza kıkırdayıp duruyordu... Ne kadar itici bir kızdı! Kendini beğenmiş Neslihan bile ondan çok daha iyiydi. Hele şu Meftun’a ne demeli?... Tanrım, çocuğa bakar mısın? Gözleri bozuk değildi, boyu da kısa sayılmazdı. Yine de gitmiş en önde oturuyordu. Bir şey söylendiğinde de pabuç kadar dilini ağzının içinde güçlükle hareket ettirerek: “Ama bizim sinemamız vaaar!” diyordu. Öğretmen ona ilkin çaycı rolünü verecek olmuştu. “Tipin bu role çok uygun.” demişti. Eh, tabii, öteki öğretmen gibi, “göbeklisin”, “tombulsun” diyecek hali yoktu elbette... Kibar bir hanımdı Pınar öğretmen. Kiminle nasıl konuşacağını çok iyi bilirdi. Beriki hemen atılmıştı: “Ama bizim sinemamız vaaar!” Öğretmen, ne demek istiyor bu, dercesine şaşkın şaşkın etrafına bakınmıştı. Çocuklar, hep bir ağızdan: “Doğru söylüyor öğretmenim. Hani Şifahiye Medresesi’nin yanında bahçe sineması var ya, o işte bunların!” ……. |