TURUNCU ELENİ Mustafa BALEL E YAYINLARI 1992, İstanbul 102 sayfa |
BİR AVUÇ İSTANBUL Kaderiyle baş başa bırakılmış bu saray yavrusu evin uçsuz bucaksız salonunda kafese kapatılmış bir kuştan farksız görüyordum kendimi. Amcamdan ya da yengemden söz gelmesin diye durup durup başlayan, giderek adamakıllı dayanılmaz hale gelen kaşıntılarımı unutmak için neler çektiğimi bir ben biliyordum. Ellerimi dizlerimin arasına kıstırıp put gibi oturmalar… İçimden dualar mırıldanmalar… Öyle bir Allah’ın cezası koltuğa oturmuşum ki, en ufak bir kıpırdanışımda garç gurç ortalığı birbirine katıyor, bir anda tüm gözlerin üzerime çevrilmesine yol açıyordu. Bu yüzden göze batacak hareketlerden kaçınıyordum. Oturduğum hasır koltuktan, başımı şöyle biraz yana eğersem, cumbanın gerisinden kurşun kaplı bir kubbeyle, sonradan minare olduğunu öğrendiğim kulemsi bir yapının bir bölümü görünüyordu. Anneme, daha ne kadar oturacağımızı ve ne zaman kalkacağımızı sormaktan fırsat buldukça, bu kubbeye konmaya çalışan kuşları ve minarenin çatıyla birleştiği yerde yosun bağlamış taşların arasında nasılsa fışkırmış, küçük bir incir fidanıyla kadife kırmızısı çiçekler açmış hüsnüyusuf dışında arasıra ak bulutların renk kattığı bir avuç gökyüzünü seyrediyordum. Bu bir avuç maviliğin ortasında görünüveren bir küçük buluta biniyor, dizginleri kaptığım gibi mahmuzluyordum onu. Çocuk beynimin İstanbul’unun düşsel sokaklarında koştur babam koştur…. Anlata anlata bitirilemeyen Beyoğlu’nu, Galata Köprüsü’nü, Topkapı Sarayı’nı altı narin minarenin bir başka büyü kattığı o nazlı gelin Sultanahmet Camisi’ni, dillere destan Kapalıçarşı’yı dolaşıyordum. Bu arada kalabalığı fırsat bilip şu ünlü yankesici ya da kapkaççıların hışmına uğrayıp uğramadığımı denetlemek için sık sık dirseğimle paramın – eniştemin verdiği harçlıkları amcam gibi fanilama diktirdiğim gizli cebe saklamamıştım; yengemin ne hikmetse benimkini beğenmeyip kendi oğlunun eskileri arasından seçip giydirdiği kısa pantolonun cebine koymuş, çengelliiğne ile de ağzını tutturmuştum - üstüne koymayı da ihmal etmiyorum. Az sonra bir de bakıyordum ki yine o lanet konakta, o lanet koltukta sıkıntıdan kıvranıyordum. Kaçamak yollu, ilkokulu bitirdiğim yıl eniştemin armağan ettiği, aradan koskoca iki yıl geçmesine rağmen geceleri yatağa girdiğimde yorganın altına gizlenip yeşil yeşil parıldayan rakamlarını izlemekten usandığım fosforlu saatime bakıyordum. Ne olmuşsa, o hınzır da bana inat bir işgüzarmış! Günübirliğine geldiğim şu İstanbul’u enikonu gezmeden çekip gitmemi istercesine fırıl fırıl ilerliyor. Baksana şimdiden ikiyi bilmem kaç geçiyordu… Sıkıntıyla bir anneme, bir ablama bakıyordum. Onlar da adamakıllı bunalmış olmalı, habire duvarları süsleyen ikonlara, eski konağın koca salonunu boydan boya kaplayan havı dökülmüş taban halısına, çevresinde eniştemin, amcamın, Manoli Amca ve baldızı Melina’nın büyük bir coşkuyla yılan hikâyesine dönen konkenlerini oynadıkları oymalı yuvarlak masaya bakıp burun kıvırıyorlardı. Böylece dudak büküşleri ya da omuz silkişleriyle eşyaların gözümde değer kazanmasına ya da hiçleşmesine yardımcı oluyorlardı. Örneğin Matmazel Melina’nın dantel bluzu, sehpaların üzerini süsleyen örtüler, salonun bir köşesinde ağaç gibi dikilen baldırı bacağı ortada şu abanoz kadın heykeli; Manoli Amca’nın güzel sanatlarda okuyan kızı Rea’nın – ilk hoşbeşin ardından annesiyle birlikte, sular kesilmeden mutfağı bir haline yoluna koyma gerekçesiyle ortadan kaybolmasının üzerinden tam dört buçuk saat geçtikten sonra karabatak gibi yeniden ortaya çıkmıştı - sunduğu kahve de, fincanlar gibi hiçleşen şeyler arasındaydı. Mum lekesinden geçilmeyen şamdan, üzerinde çıtı pıtı bir balerinanın bulunduğu heyula salon radyosu… Bu arada kadife perdelerle balerinalı saat, Rea’nın kendisi, sehpaların birinin üzerindeki gümüş şekerlik ile annemin ikide bir alıp uzun uzun inceledikten sonra halis fildişinden olduğuna karar verdiği sigaralıksa beğendikleri arasına giriyordu. Çevre incelemesinden usanıp hohlayıp puflayarak ellerini ovuşturmaya koyulduklarında koskoca kadınken kendilerinin bile sıkıldığını, el kadar çocuk olan bizlerin kim bilir ne kadar bunaldığımızı söylüyor, Manoli Amca ile baldızı Melina’ya homurdanmaya başlıyorlardı. Bu ne kadar oyun merakıymış ki daha bismillah adımını atar atmaz, mal bulmuş mağribi gibi saldırmış amcamla eniştemi masaya çekip kareyi kurmuşlardı. Peki onlar öyle yaptı, ya ötekiler? Hadi diyelim, enişteme de söylenecek bir şey yok. Misafirdi, önünde büyüğü vardı, ayıp olmasın diye uymuştu. Ya öteki kıllıya ne buyrulurdu?... Kazık kadar herif!.. Demiyor muydu ki, babam oyunun sırası mı, neye geldik ne yapıyoruz? Bu adamlar İstanbul’a el alemin Manoli’si ile zilli baldızının konkenlerini seyretmeye gelmediler a!... Götürüp gezdireyim şunları biraz… Saat öğlenin üçü olmuş, kılı bile kıpırdamıyordu herifçioğlunun… İçimden geçenleri okurmuş gibi konuşmalarını duydukça biraz ferahlıyorsam da, elime bir şey geçmiyordu ki!... Amcamın arkasından homurdanıp onun mıhsıçtının biri olduğunu söylemeleri önemli değildi ki benim için!.. Babamın yedi çocuğunun rızkından kesip onlara tenekeler dolusu yağlar, ballar, kavurmalar, kangal kangal sucuklar, oğulları evlenince elinde hazır para bulunsun diye her fırsatta Reşat altınları göndermesine karşılık, sözüm ona bir jest yaparak günübirliğine de olsa bizi İstanbul’a diye, getirip bu küffarın evine kapattığını söylemekle ne değişecekti ki!... Maksadın masraf yapmadan akşamı etmek ve tren saati geldiğinde bizleri önüne katıp yeni baştan Adapazarı’na götürmek olduğunu zaten biliyorduk. Asıl ağrıma giden, Adapazarı izlenimlerimi anlatırken –onu altı yıldır dinliyorlardı zaten- yeni şeyler katamayıp resim derslerinde gerçek bir İstanbul manzarası değil de, yine takvim arkalarından tanıdığım altı minareli camiyi ya da denizin köpüklü suları arasında yükselen bir minyatür şatoyu andıran Kızkulesi’ni çizmek zorunda kalacağım düşüncesiydi… Yoksa herkesin ayrı tabakta yediği bir sofra, tuvaletinde suyu bulunan bol güneşli bir ev.. Sadrettin’in babasından aşırdığı kırmızı uçlu incecik belli hanımeli sigaralarını tüttürüşümüz, yeşil ceviz kabuklarıyla kendimize sonradan koyulaşıp kestane rengine dönecek olan bıyıklar yapışımız… Sapanca’nın berrak sularında efsaneleşmiş kasabanın hala ayakta durduğu söylenen minarelerini arayışımız… Demiryolu işletmesinin Çark Suyu kıyısındaki çay bahçesinde, çekirdek çıtlatarak, ağızlarımız bir karış açık, ulusal güreşçi bilmem kimi seyredişimiz… Böğürtlen, döngel, çitlembik, kızılcık toplayışımız… Banliyö trenlerine el sallayışımız… Yabancısı olduğu şeyler değildi ki Sivas’taki arkadaşlarımın. Sonra çiğit, süzek, pörsük ya da dadandı gibisinden sözler ettiklerinde, tıpkı amcaların bana yaptığı gibi çekirdek, süzgeç, solmuş, alışkanlık edindi diye düzeltirken keyiften dört köşe olmak da öyle… Zaten tatilin bitimine birkaç gün kala bizimkilerin gelişi – hem çocuğu alır döneriz, hem de bir hava değişikliği olur, diye düşünmüşler - üzerine, amcamla yengemin kapalı kapılar ardında uzun tartışmalar sonucu bizi günübirliğine İstanbul’a götürmeye karar verdiklerini duyunca sevinçten uçuşum.. İşte bu yeni şeyler arayışımdan kaynaklanıyordu. Bilinmeyen bir dünyayı keşfederek kendi merakımı gidermek; bu arada yeni öğrendiğim şeyleri ileterek arkadaşlarımın hayranlığını kazanmak… Gelgelelim koskoca günün yarıdan fazlası geçip gitmiş; şu ana kadar arkadaşlarıma anlatacak bir şey yakalamış değildim henüz. Neyi anlatacaktım? Günlerce süren hazırlığı mı? Bavulları birer birer elden geçirip neyin giyilip neyin giyilmeyeceğine karar veren yengemin, ablamın saçını topuz yapışını; emprime elbisesinin eteğini sonradan açılacak biçimde bastırışını; annemin atkısını beğenmeyip başına siyah şifon örtüşünü mü?... Amcamın bir köşesinde fildişi rengi tüy bulunan fötr şapkasının günler önceden buzdolabına konulup tüylerinin kabartılışını mı?... Annemin deyimiyle hesaplı kitaplı amcamın, boyunlarında altın, kollarında bileziklerle gelip bu lanetleri başına bela ettikleri için annemle ablamın ağızlarından girip burunlarından çıktığını, sonra da hepsini çıkarttırıp gramlarını, ayarlarını birer birer not edip Hamdabla diye bir yaşlı kadına emanet edişini mi?... Yoksa biri çıkar gelir korkusuyla ışık yakmadan tüllerin gerisinde geçirilen korkulu bekleyiş saatlerini ya da yiyecek parası verilmesin düşüncesiyle hazırlanmış yiyeceklere sahip çıkmayıp banliyö treninde unuttu diye annemin amcamdan yediği zılgıtları mı?... Herkesi kendime güldürmekten başka neye yarardı ki, o korkulu bekleyiş içersinde, amcamın, sigarasını pencere yakınlarında değil de dip odalardan birinde içmesi konusundaki uyarısı üzerine, eniştemin havalanışını anlatmak… Haydi, toplayın bavulları, Sivas’a dönüyoruz. İçine n’ederim şu manyakların İstanbul’unun!... diye tutturup ablamla annemi eline ayağına kapanmak zorunda bırakışını söylemek. Arifiye istasyonunda gecenin on ikisinden bilmem sabahın beşine altısına kadar süren sıkıntılı bekleyişten, demiryolunun karşı tarafındaki otların arasından fırlayıp üstüme geliyormuş izlenimi veren ateşböceklerine karşı kendimi yalnızca gözlerimi yumarak savunmaya kalkışırken dalıp gidişimden söz etmek… Haydarpaşa garının mahşeri kalabalığında amcamın ağzı açık ayran budalaları gibi sağa sola bakacağımıza, el ele tutuşup yürümemiz, bir kaybolursak alimallah kendimizi hangi batakhanede bulacağımız konusundaki uyarıları… Telaş telaş kendimizi attığımız vapurun penceresinden gördüğüm uçsuz bucaksız mavilik… Dört köşesinden kavradığı çivit rengi muşambayı yere yayarak irili ufaklı bir deste tarağı bilmem kaç kuruşa satan adamın, çoğunu çözemediğim laf cambazlıları… Tıkış tıkış bir tramvayın makaslarda iyiden iyiye azıtan sarsıntısının insanın açlık duygusunu körüklemesi… Kaybolurum diye şöyle bir pencere önüne gidip dışarıyı izlememe bile izin vermeyen amcamın, kaçırırız korkusuyla önüne gelene, bir sonraki durağın Laleli olup olmadığını sorması. Bir başka yer söylendiğinde de osurayım Gülhanesi’ne! Diye omuz silkmesi… Bunlar arkadaşlara anlatılacak şey miydi?........ |