Hani şu sıcaktan kavrulan ortalığın kaşla
göz arasında boşanıveren bir yağmurla, yerini yeni baştan kışın
serinliğini kemiklerinizde duyduğunuz iç karartıcı havalara
bıraktığı gelgit akıllı ilkyaz günlerinden biri geride kalmıştı.
Bir gün önceki yağmur ve iliklere işleyen soğuk yerini beyin
kaynatan sıcaklara bırakmış, ne kadar canlı varsa kırlara,
sahillere koşturmuştu.
Sütlüce’deki mısırözü yağı fabrikasının yemekhanesi bile bundan
nasibini almıştı. Başka zaman bu saatlerde ana-baba günü olan
yemekhane o gün adeta boştu. Ne çatal kaşık gürültüsü, ne ağız
şapırtısı ne de yaygaralarıyla ortalığı birbirine katan el
radyoları... Yemeğini yiyen doğru bahçeye... Bu güzel havanın
tadını çıkarmaya, sırtını kızdırmaya bakıyordu herkes. Koca
yemekhanede saysan on-on beş kişi ancak kalmıştı. Onun da
çoğunluğunu Yemlihan ve arkadaşları oluşturuyordu. Bu turfanda
zamanında işverenin biber dolması ve kiraz vermesi doğal olarak
yadırganmıştı. Birtakım fikirler beyan edilirken söz sözü açmış,
ufak bir şey bir anda ciddi bir tartışmaya dönüşmüştü. O yüzden
de yemeklerini bir türlü bitirememişlerdi.
Bahçe
kapısından değil de personel müdürünün bulunduğu koridora açılan
kapıdan girdin mi soldaki masalardan hemen pencere önüne gelen
masaydı Yemlihan’ınki. Zaralı, Cimşit, Ökkeş, Maciroğlu...
kısacası Aydın dışında tekmil masa oradaydı. Herkes, biraz önce
lafa dalıp kaybettikleri zamanı yakalamak istercesine bir an
önce işlerini bitirip işbaşı borusuna kadar hiç olmazsa
çimenlerin üzerine uzanıp sigaralarını orada tellendirmek için
yemeklerini arkalarından atlı kovalıyormuşçasına hızlı yerken,
Yemlihan’da hiç de öyle bir telaş görünmüyordu. Tersine
ötekilerin bir an önce işini bitirmesi için ağırdan alıyordu.
Onlar çıkınca tabakta kalan kirazları bir kağıda sarıp dolaba
kaldırmayı koymuştu kafasına... Akşam, giderken götürür, çocuğun
önüne koyardı...
Aslında
ağırdan almasının, isteksiz davranmasının tek nedeni bu değildi
tabii. Daha, masaya oturmadan, tabaktaki diri diri, al al
kirazları görünce olanca neşesi uçmuştu. Başka zaman aç kurt
gibi saldırdığı biber dolmasının bile tadını alamaz olmuştu.
Ağzındaki lokma öylece kalmıştı. Ne yutabiliyor ne de çıkarmayı
akıl ediyordu. Tuhaf bir durgunluk çökmüştü üstüne. Boş
bakışlarla kirazları süzüp duruyordu. Her defasında bir
ikisinin eksildiğini gördükçe içi burkularak... Sözüm ona
anlatıları dinlermiş gibi görünüyordu ama konuşmaların tek
kelimesini bile duyduğu yoktu.
Yaz
geleli bu ikinci görüşü oluyordu kirazı. Biri bu, biri de hani o
malum olay...
Bir ay
kadar önceydi. Hiç tadı kalmamıştı zavallı yavrunun. Durup
dururken mızmızlanmalar, ağlayıp sızlamalar... Birden bire basan
terler... Hele de benzinin solukluğu! Daha başında söylemişti
adamlar, ama umut dünyası işte! Adamakıllı ziyan edip
bırakacaklarını ne bilsin, bir yararı olur sanmıştı. Ne
demişler, öksüz oynaşa çıkınca ay akşamdan doğarmış! Felek
nerede yar olmuştu ki orada gülsün yüzüne! Sen tut yıllar yılı
düşler kur, hacı hoca kapıları aşındır... Tekkelere adak mumları
yak... Bir çocuğun olsun diye çırpın dur, sonrada uğursuzluklar
birbirini kovalasın... Daha doğumda başlayan terslikle
kadıncağızın rahmi alınsın. Üstelik de gördükleri görecekleri
tek çocuk dilsiz çıkmıştı... Hadi dilsizliği neyse, peki şu kalp
kapakçıkları mıdır ne, işte o Allah’ın cezalarından birinin açık
olmasına ne buyrulur! Her şeyin ondan kaynaklandığını söyorlardı:
Benzinin solukluğu, halsizliği, teri...
Manavın
tablasındaki kirazları görünce, çocuk birden derdini, acısını
unutmuş, bakışları babasının gür bıyıklı kemikli yüzüyle
kirazlar arasında mekik dokumaya başlamıştı. Bir yandan da kanı
çekilmiş ellerini açıp yumuyor, kıvır kıvır sarı saçlarının
gölgelediği kulağına götürüyordu. Yani bir yıl önce bir
tanıdığın hasta görmeye gelirken getirdiği kirazlarla yaptığı
gibi çatallısından birer çift kiraz seçip kulaklarına taksınlar
istiyordu.
Annesi
durumu kavramış, ilgisini başka yöne çekmeye çalışıyordu. Başını
yana çevirerek karşı kaldırımdaki ayıyı gösteriyordu. Çingenenin
tefine ayak uydurarak öteye beriye kıvrılmaya, gerdan kırmaya
çalışan, kocakarıların hamamda nasıl bayıldıklarını, Kürt
kızlarının yün eğirişlerini, yörük gelinlerinin hamur
yoğuruşlarını göstermek için hantal gövdesiyle bezgin
hareketlerde bulunan ayıyı... Gelgelelim çocuğun gelip
geçenlerin meraklı bakışları – bir kısmı da burun kıvırıp
geçiyordu - arasında kılıktan kılığa giren ayıyı görecek gözü
yoktu. Omuz başlarından yaldızlı kordonlar sarkan haki giysisi
içinde kurumundan geçilmeyen eli asalı minik generali de...
Başının üzerine çadır gibi gerdiği gazetenin resimlerine bakayım
derken kaldırımdaki beton direğe çarpan banka odacısının sağ
omzuna yapışık başı, çarpık bacakları bile ilgilendirmiyordu
onu. Yemlihan’ın, şiş göbeği kendinden önce yürüyen dazlak
kafalı, yaşlı bir adamın piposunu tüttürerek zincirinden tutup
dolaştırdığı, kafası burnunun ucu ve ayak bilekleri dışında her
tarafı kırkılmış, kulakları kırmızı ponponlu köpeği göstermesi
de boşunaydı. Hiçbirini tındığı yoktu çocuğun. Öyle ki, yine
böyle bir hastane dönüşü gördüğü ve uğrunda bir hayli gözyaşı
döktüğü oyuncak panda bile silinmişti gözünden. Varsa yoksa
kiraz!... Oyuncak pandaya yaptığı gibi avuçlarını açıp yummakla
eline bir şey geçmediğini görünce ağlama faslı başlamıştı yine.
Bu inceden inceye ağlamanın bir süre sonra hıçkırığa
dönüşeceğini, sonunda da uğunup kalacağını kestiren Yemlihan,
edememiş, birkaç dükkân geride kalan manava doğru yönelmişti:
“Şuradan yüz gram kiraz tartar mısın?”
Hiç
oralı değildi manav. Duyup duymadığı bile belli değildi.
Bitişikteki apartmanın kapıcısının okuduğu listedeki bitmek
tükenmek bilmeyen siparişleri tartıyordu. Bir yandan da topuz
yaptığı ak saçlarının üzerine inciler serpiştirilmiş, çıplak
kollarının etleri tiril tiril sarkan yetmişlik matmazel ile
palabıyık kapıcının kapışmalarına katılmaktan geri kalmıyordu.
Her ne kadar kapıcıya kızarmış gibi görünüyorsa da ara sıra sarf
ettiği küçük giriş cümleleri ve üstü örtülü anıştırmalarla irice
bir patlıcanı bacaklarının arasına kıstırıp tehdit edercesine
kızkurusunun üzerine üzerine giden heyula kapıcıyı kışkırtmaktan
kendini alamıyordu.
Zebani
kılıklı kapıcının uygunsuz davranışları ve manavın kıs kıs
gülerek yaptığı anıştırmalar karşısında utançtan başını önüne
eğmiş, bir köşede bekliyordu Kıymet. Aslında dükkânın önünden
uzaklaşıp bitişikteki pasajın girişine sığınmaya çalışmışsa da
bırakmamıştı ki çocuk! Dükkânın önünden ayrılır ayrılmaz
makaraları koyuvermiş, kadıncağızı ister istemez oraya
çivilemişti. Yoksa kapıcının yakası açılmadık lafları erkek
haliyle Yemlihan’ı bile rahatsız ediyordu.
Kaç kez
hatırlatmaya çalışmışsa da her defasında sözü ya şakaya getirip
kadının ellenmedik yerini bırakmayan kapıcının gümbürtülü
kahkahaları ya da kızıyormuş gibi göründüğü halde gerçekte
hınzırca bir zevk aldığı her halinden belli olan tiridi çıkmış
kızkurusunun histerik çığlıkları arasında kaynayıp gidiyordu.
Kaldı ki onun üstüne iki müşteri daha savmıştı. Adama baksana,
başkalarının verdiği para, onunki tenekeydi sanki! Hiç tındığı
yoktu. Elalemin bamyasını, Brüksel lahanasını, kuşkonmazını
veriyor, onun kirazına gelince iplemiyordu bile. Bekle babam,
bekle! Neredeyse on on beş dakikadır dükkânın önünde ağaç
olmuşlardı. Şeytan diyordu ki, sarıl gırtlağına, öbür kolunu da
sen kır kâfirin!... Hepten budayıp bırak deyyusu!... Elalemin
Ermeni’sine, Yahudi’sine, Rum’una gelince damakları şaklayan,
önlerinde ezim ezim ezilen mendebur suratlı onun yüz gram
kirazına gelince kılını bile kıpırdatmıyordu... Ne yapsaydı
ki?... Hazır, çocuğun ağlaması kesilmişken, ne Şam’ın şekeri ne
Arap’ın yüzü deyip çekip gitse mi, yoksa gidip ümüğüne mi
binseydi dürzünün?...
“İşi
olmayan çekilsin beyler! Tablaların önünü kapatmayalım!...”
Elinde
olmadan bir adım gerileyerek şöyle bir sağına soluna bakındı
Yemlihan. Tablaların önünde kucağında çocukla bekleyen Kıymet
ile kendisinden başka kimse yoktu. O halde, dese dese onlara
diyordu... Şöyle bir doğruldu, ufak yolu silkinip cebinden
çıkardığı elini yumruk yaptı, yürüyordu ki Kıymet ceketini
ucundan yakaladı:
“Uyma
Allah’ın çolağına! Ürüsün dursun!...”
Haklıydı kadın. İte taş atıp bacağına bulaştırmanın gereği
yoktu. Üstelik de bir sıkımlık canı vardı, bir şey falan olursa,
essahtan adam sayılırdı başına.
“Şuradan yüz gram kirazımızı ver de yolumuza gidelim. Yarım
saattir belliyoruz...”
Adam,
kılları alnının oralarına doğru uzanan gür kaşlarının altından
kızarık gözlerini büzüştürerek portakal rengi oturağın üzerine
çöküp omzuna atılı bez parçasıyla domateslerin tozunu alırken:
“Efendim, anlamadım! diye atıldı. Ne diyorsun sen hemşerim,
altın mı alıyorsun? Şuradan yüz gram kirazımızı ver de
gidelim’miş...”
Adamın
bu haksız dikleşmesi Yemlihan’ı çileden çıkarmıştı. Çolak dürzü,
hem kel hem foduldu. Yaptığı terbiyesizlik yetmiyormuş gibi bir
de adamı hakir görmeye kalkışıyordu. Altın mı, elmas mı
tarttırıyor gösterirdi ama, yesin içsin de dua etsin ki sakattı
kâfir!
“De
hadi adam, gidelim!” diye çıkıştı Kıymet. “İtle köpekle
uğraşacağına çekip gidelim hadi. Canına can katacak değil a...”
Başını
sağa sola sallayarak söylenmeye başlayan Yemlihan karısının bu
uyarısı üzerine dükkânın önünden ayrılmaya niyetlendiyse de
çocuğun hüzünlü yüzünü görünce dayanamadı:
“Ver
hadi, iki yüz elli gram olsun bari...”
Manav
gözden çektiği küçük bir kesekâğıdına bir avuç kiraz koyup
terazinin gözüne bıraktı; ibrenin hızla fırladığını görünce
birazını geri alıp torbayı uzattı. Ağzının içinde bir şeyler
geveleyerek, kaş göz hareketleriyle sinirini belli ederek
Yemlihan’ın yırtıklarını gizlemeye çalışarak uzattığı beşliği
önlüğünün cebine atıp ilgisiz tavırla on beş lira daha istedi ve
büyücek bir torba alıp yeni gelen bir müşterinin istediği iki
kilo kirazı doldurmaya koyuldu.
‘On beş
lira daha’yı duyunca Kıymet’in başından aşağı bir kazan kaynar
su döküldü adeta. Çocuğun kulağına takacağı kirazı almak üzere
kesekağıdına daldırdığı eli, kızgın sobanın içine girmiş gibi
oldu birden. On beş lira daha mı? Ceplerindeki paranın tamamını
saysan o kadar çıkmazdı. Eczacı yosması para mı bırakmıştı? Ne
var ne yok talan etmişti. Allah’ın parmak kadar bir kutu ilacına
vicdanı sızlamadan altmış iki lira bilmem ne kadar kuruş
almıştı... Şimdi bu da kalkmış bir avuç kiraza yirmi lira
istiyordu. İstemesi kolay da, nasıl ödeyeceklerdi ki bu parayı?
Hadi on beş lirayı bir araya getirdiler diyelim, dolmuşa ne
verecek, eve nasıl döneceklerdi? On beş lira dahaymış!... Kolay
kazanılıyor sanıyordu herhalde bu parayı! Bugüne bugün bir
işçinin yarı yevmiyesiydi o para. Öyle de güzel söylüyordu ki :
On beş lira daha! Sokaktan topluyordu herhalde millet. On beş
lira kazanacağım diye Allah’ın dağına kova kova su çektiğinden,
kocasından uğrun uğrun milletin bekârlarının donlarını
ağartacağım diye anasından emdiğinin burnundan geldiğinden
haberi yoktu mendebur çolağın!
Kesekağıdını tezgâhın üzerine bıraktı Kıymet:
“Sağol
amca, kalsın. Çok tatlıymış, dokunur çocuğa!...”
“Yapma!
Dokunma orama, bozulurum Allah’ıma!...”
“Hıyarağası, sen de kalemi ver öyleyse!...”
Şöyle
bir irkildi Yemlihan. Geçmişten sıyrılıp günün dünyasındaki
yerini almak istercesine başını sallayarak birkaç kez üst üste
gözlerini ovuşturdu. Üzerindeki uyuşukluğu attığında da ilk
gördüğü şey Zaralı ile Ökkeş’in neredeyse kavgaya dönüşmek üzere
olan el şakaları olmadı tabii. Ne el şakalarını, ne kavgaya
dönüşmek üzere olan bu eşek şakalarını önlemeye çalışan
Maciroğlu ile Cimşit’in sandalyeleri devirerek oraya buraya
koşturduklarını gördü. Maciroğlu’nun Zaralı’nın elini
apışarasından çekmeye uğraşırken Cimşit’in Ökkeş’in biraz önce
iç cebine yerleştirdiği kalemi çıkarmaya çalıştığını görmedi
bile. Çünkü gözleri hâlâ kiraz tabağındaydı onun.
Bir
süre sonra kendini toparlayıp da kiraz tabağının içinde birkaç
çekirdekle bir avuç çöpten başka bir şey kalmadığını görünce bir
anda olanca kanı tepesine fırlayıverdi.
Masaya
inen bir yumruk!... Boş bir alüminyum tabağın yuvarlandığı
betondaki tıngırtısı… Birbirine değen bardakların şangırtısı...
Onun bu
tepkisi üzerine Ökkeş biraz önce el koymaya çalıştığı kalemi
vermiş, Zaralı da Ökkeş’in hayalarını sıkmayı bırakmıştı ama
kimse Yemlihan’ın masaya yumruğu indirişinin gerçek nedenini
anlamamıştı.
Ağı
ağır bahçe kapısına doğru yürümeye koyuldular.
|