Yaşlı adam bir yandan yelesini sıvazlarken bir yandan da
karşısında bir yakını varmış gibi sevgi dolu sıcak sözler
ediyordu atına:
"Gözünü yerim senin! Bir şey kalmadı şunun şurasında. Nerdeyse
şubatın ortası oldu. Ne kaldı ki bahara! Dayan yavrum! Dayan
kara gözlüm! Biraz daha sabret. Gör bak, uzun sürmeyecek bu
afet. Hele bahara bir çıkalım... Tanrım o günleri bir
göstersin... Gör nasıl besleyeceğim seni. Sırtımla otlar
taşıyacağım. Ot ki ne ot! Yemlik gibi körpe. Zümrüt gibi
yemyeşil!... Taptaze çayırlar getireceğim. Getirip de elimle
yedireceğim. Sabret boncuk gözlüm, sabret elmasım. Çoğu gitti
azı kaldı..."
Bunları söylüyordu ama ahı gitmiş vahı kalmış atın içler acısı
halini görünce durumun komikliğini de fark etmiyor değildi hani.
Açlıktan kadidi çıkmış, bir deri bir kemik şu zavallıya bu
lafları ettiğini biri duysa deli derdi.
Derin bir iç geçirdikten sonra başını iki yana sallayarak kendi
kendine mırıldanmaya koyuldu:
“Nerede çalımından yanına yanaşılmayan o eski doru at, nerede bu
kemik yığını! ‘Çopurun Dursun delirmiş. Bu kıtlıkta salıvermedi
doru atı. Onunki de iş mi?’ diyorlar. İyi de, kendilerinin
yaptığına ne demeli? O da bir can! Ben neysem o da o! Nasıl
salarım zavallıyı? Ağzı var, dili yok, ne bulur, ne yer bu kış
kıyamette zavallı hayvan?... Diyelim ki saldım, savdım başımdan.
Bu ayazda be yapar zavallı. Anında geberir. Yok babam yok.
Mümkünü yok yapamam. Doru atımı salamam ben. İşte bu kadar!
Nasıl kıyarım elmasıma? Bunca yıl o köy senin bu köy benim
sırtında taşıyıp durdu beni. O olmasa çerçilik mi yapabilirdim?
Onca öteberiyi sırtımda nasıl taşırdım? Nasıl doyururdum
karnımı?...”
Düşündükçe cinleri tepesine üşüşüyordu. Bağırıp çağırmak,
söylenenlerin yakalarına sarılmak geçiyordu içinden.
Tabakasını çıkardı. Dibinde sadece bir tutam tütün kalmıştı. O
da tamamen kül. Bir sarım olur ya da olmazdı. Ceplerini yokladı.
Doğrulur gibi yaptı. Pantolonunun ceplerini karıştırdı. Ama
orada da bulamadı sigara kağıdını. Sağa bakındı, sola bakındı...
Yok! Çaresiz, kasketini çıkardı. Dik tutması için buruşturulup
kasketin iç kısmına çepeçevre yerleştirilmiş gazeteden bir parça
kopardı. Tabakadaki tütünün tamamını içine boşalttı. Çok
küllüydü ama, onu düşünecek vakit değildi şimdi. Doru atın şu
dokunaklı hali, içine işlemiş, dertlenmişti bir. İki nefes
çekmeden kendine gelemezdi. Yoksa bu zamanda sigarayla işi neydi
ki Allah aşkına!
Derin derin soluyordu at. Burun deliklerinden püsküren yoğun
buğular ahırın soğuğunda bir süre sonra yok oluyorsa da kaşla
göz arasında yenileri sarıyordu ortalığı. Mahzun bakışları yaşlı
adamınkilerden ayrılmak istemiyor gibiydi. Salınmış olsa şimdiye
çoktan gebereceğini o da biliyor olmalıydı. Bu kıtlıkta yalnızca
o köyde bile yüzlerce atın dışarı bırakıldığını… Bazılarının
alnından kurşunlanıp bazılarının boğazlandığını biliyor
olmalıydı. Haydi Çerçi Dursun doru atına kıyamaz, diyelim. Ne
alnının ortasına bir kurşun sıkar, ne de boğazına bıçak dayardı.
Peki sokağa salmak daha mı iyiydi sanki? Çöplüklerde, kıyıda
köşede yiyecek bir şey mi kalmıştı? Dağda taşta, aç susuz
dolanırken kurda kuşa yem olmamışsa, köy içinde çoluk çocuğun
eğlencesi olacağını, bir çingenenin elek yapmak için kuyruğunu
keseceğini, kapısına yanaşacağı bir ev sahibinin kafasına küreği
indireceğini o da biliyor olmalıydı. Öyle olmasa boncuk
gözlerini yaşlı adamınkilere dikip üzgün üzgün bakar mıydı? Hele
gözlerinden şıpır şıpır damlayan şu yaşlar!... Büyük bir
iyilikbilirliğin ifadesi değil miydi onlar?
At, isteksizce açıp yumduğu ağzını aralayarak başını yaşlı
adama doğru uzatıverdi. Suratını sası sası bir kokunun yalayıp
geçmesi üzerine irkiliverdi adam. Kendini toparlayıp düşlerinden
sıyrıldı. Doru atın dişleri arasından süzülen inilti aklını
başına getirmişti. Vah, güzelim vah! Kime ne ettiği vardı şu
zavallının! Tek kusuru Çerçi Dursun'un atı olması mıydı?
Görkemsiz, çelimsiz bir at… Eh, öyle de olmasa, kim bırakırdı
onu bu garibana?...
Off!.. Sırası mıydı bunların? Elini gözleyen, içe işleyen
bakışlarını üzerinden ayırmayan hayvana vereceği hasır parçasını
düşünmeliydi şimdi.
Ne yapsaydı ki? İki ucu boklu değnek! Atsa atılmıyor, satsa
satılmıyordu... Gözü çıksın yokluğun! O da yetmezmiş gibi bir de
kıtlık belası çıkmıştı başına. Ne yapabilirdi ki? Eli kolu
bağlıydı. Kimden bir tutam ot ya da saman isteyebilirdi ki?
Lanet kıtlık millette başkasına verecek ot çöp mü bırakmıştı? Ne
demişler kelin ilacı olsa başına çalardı. Yalan da değildi hani.
Parası olan ta Sivas'tan, Konya'dan saman getirip besliyordu
hayvanlarını...
Düşünürken çiçek bozuğu suratındaki kırışıklıklar daha bir
derinleşiyor, seyrek dişleriyle soğuktan morarmış dudaklarını
kemirip duruyordu.
Bir süre sonra daha fazla dayanamadı artık. Kalktı. Gazete
kağıdına sardığı ama henüz içmeyi akıl edemediği tütünü yere
fırlatıp üstüne bastı. Ezdi, ezdi… Sonra da ayakkabısının ucuyla
içinden uzun uzun hasır lifleri çıkan at pisliğinin altına
gömdü.
Kapıyı açtı. Ahırın ortalığı yaygaraya boğan kapısının
açılmasıyla dışarının keskin ayazı yaşlı adamın çiçek
hastalığının delik deşik ettiği yüzünü, çatlak ellerini, ak
kıllarla kaplı yarı açık göğsünü jilet gibi yarıp geçti. Bir an
kendini yeniden ahırın sıcağına atmayı düşündüyse de vazgeçti.
Ağır adımlarla yolun karşı tarafındaki evlere doğru yürümeye
koyuldu.
Karşı yönden gelmekte olan yaşlı bir kadın sıkı sıkıya sarındığı
atkının uçlarını ağzına yakın yerde birleştiren ellerini
ovuşturarak:
"Gide de gelmeye şu soğuklar! Allah düşmanımın başına vermeye!"
diye söylendi.
Az ötede kağnı arabasına çuval yüklemekte olan Tatlının Bekir:
"Neden salmadın şu senin uyuzu Dursun Amca? Ondan sana hayır
yok. Bırak gitsin Allah aşkına!... " diye seslendi.
"Yapma Bekir! Sen deme bari. Varı yoğu bir atım var hayatta. Onu
da salarsam, ne yaparım sonra? Hiçbir şeyden başka can
şenliği..."
Beriki sırtına çuvalı yüklediği kardeşinin peşinden arabaya
doğru ilerlerlerken:
"Eh, mal senin değil mi? Dilediğini yap. İster at, ister sat.
Sana mı nefes tüketeceğim!... Bu kadar milletin akıllısı sen
misin, be adam! Herkes saldı kırlara. Onların canı yok mu?..."
diye homurdandı.
Ne sinir oluyordu, şu çatlağa! Uyuz beygirin turşusunu kuracaktı
sanki! Şu gün olmuş hâlâ başından def etmemişti. Sonra da
bisküvi kutusu diye kapıya dayanıyordu. Koskoca Tatlının Bekir
iken o bile kız gibi atlara kıymış, iki kısrağını
boğazlayıvermişti de Allah’ın çatlağı uyuz beygirine
kıyamıyordu. Atım demiş tutturmuştu! Eh, al atını başına çal!...
Adam sen de… Nesine gerek, o kendi işine bakardı. Arpa epey para
eder miydi acaba?... O da laf mı Allah aşkına, bu kıtlıkta arpa
gibi malın olsun!… Altın gibiydi, altın! Götürüp bir baksındı
Hallo. İşine gelirse verir, gelmezse koyarlardı yeniden ambara.
Ne demişler, taş attı da kolu mu yoruldu?.. Akacak, kokacak
değildi nasıl olsa. Kuru arpa. Beklesin beklediği kadar. Bahar
geliyordu neredeyse. Ayağını öpen alırdı.
“Bekir Ağa, gardaş…”
“Ne var yine? Borç mu isteyeceksin? Bana hiç
güvenme! Kırk paralık mal yok artık… Önce borcunu öde. Sikke
kesmiyorum ben burada!...”
“Niye celallendin ki birden? Şey… Bekir Efendi
oğlum… Diyeceğim o ki…”
“Ne geveleyip duruyorsun be adam! Ne diyeceksen
desene… Allah Allah, ne adama çattık yahu… Seninle uğraşamam…
İşim var, gücüm var.”
“Şey diyecektim… Püsküüt kutusu falan…”
“Hah, nasıl da bildim! Tutturmuş bir onu! Bisküvi
kutusuymuş! Kutu falan yok artık! Gün aşırı hasır istemeye, kutu
istemeye geliyorsun. Bezdirdin be!... Malımın ortakçısı
mısın?...”
Bağırmıştı ama olsun. Ağzına bile etse azdı
böylelerinin. İkide bir bisküvi kutusu. Çöplükten mi topluyordu
be adam! O da para verip alıyordu. Babasının hayrına kim ne
veriyordu? Bir kutu yarım kod patates ederdi. Deli mi ki versin?
Aklını peynir ekmekle yememişti… Adama bak, kapı kapı hasır
dilenmekten bıkmamış, şimdi de sıra bisküvi kutusuna gelmişti.
Yok babam, yok… Kutu falan veremezdi… Ohoo, her gelene kutu
verse, şunu bunu verse, evin yolu mu bulunurdu?... Öyle etse
Tatlının Bekir olur muydu?... Kutuyla, hasırla at besleyecekse
hiç beslemesin, kaldırsın atsındı… Hem söyletmesin, Allah
aşkına! Ne demişler : İt buldu, Haydar mı kaldı? Sen kendini
doyurdun da at beslemen mi kaldı be adam! Üstelik de bu devirde…
Çatlak matlak ama piyaz yapmayı da iyi beceriyordu: “Bekir
Efendi oğlum…”muş!
“Hoo-ha!...” diye üvendireyi mor öküzün böğrüne
dürtüştürüverdikten sonra kardeşini uyarmayı ihmal etmedi:
“Bana bak, gözü yumuk satma ha! Dolan, fırlan. Seni
bilirim. Akıldan yavansındır biraz. Baktın olmuyor, istediğin
fiyatı vermiyorlar, al getir. Taş attın da kolun mu yoruldu…”
Kağnının okunu indirmiş, öküzleri yola vurmakta olan
kardeşi Gödek Hallo:
“Hiç kaygın olmasın ağam…” diye seslendiyse de sesi
kağnını gıcırtısına karışıp kaybolmuştu.
*
Şu ekşi, sası koku, ıslak hasır kokusu dor atının,
boncuk gözlüsünün kokusunu anımsatıyordu Çopurun Dursun’a. Tekne
neredeydi ki? Zıkkım kar da adamın gözünü kamaştırıyordu. Şu
zifiri karanlığa baksana. Gözünün önünü bile göremiyordu insan.
Aslında dil işte, ne demişler lastik gibi her tarafa dönüyordu.
Kara bahane buluyordu ama, kardan gözü kamaşmadığı zamanlar çok
mu aydınlık oluyordu şu viran kalası yer! Neyse, önü bahardı
nasıl olsa. İyi bir gününe rastlarsa çatıdaki deliği biraz
büyütür, içeri daha fazla ışık girmesini sağlardı. Ah, kafa!
Boşuna “Deli Dursun” dememişlerdi. Deliği, ışığı düşünmenin
sırası mıydı şimdi!... Atı elden gidiyordu. Boncuk gözlü can
şenliği dağda taşta kurda kuşa yem olacak, onu düşünmüyordu da
ahırın karanlığını düşünüyordu. Demiyordu ki leş kargaları
gözlerini oyacak birer birer. İtler, kurtlar bağırsaklarını
çekiştirecek, ulam ulam uzatacak. Tarla sıçanları kulaklarını
kemirecek…
Derin bir göğüs geçirip nefesini gürültüyle dışarıya
verdi. Ardından da:
“Avradını sattığım, iki kutu istedik diye, kas kas
kasıldı. Adam belledik, ‘Bekir Efendi’ dedik. O da kabardıkça
kabardı. Birkaç kutu versen hançerinin taşı mı düşerdi nursuz!
Bir iki gün onunla idare ederdik, sonrası da Allah kerim…Ne
gezer, bu dürzülerde o insanlık nerede?...”
Çakır gözleri yavaş yavaş karanlığa alışmaya
başlamıştı. El yordamıyla teknenin yerini buldu. Bulanık sudan
başka bir şey görünmüyordu içinde. Elini daldırdı. Dibi köşeyi
bir iyice araştırdı. Ne bulduysa öteki eline toplamaya başladı.
Büyüğüne küçüğüne aldırmadan, eline geçen hasır parçalarını
birer birer topladı. Pezik sapı kadar mı olur, kibrit çöpü kadar
mı…
Islatılmış hasır kokusu ciğerlerine işliyordu. Bir
yakınlık, bir sıcaklık duymaya başlamıştı bu ekşi sası kokuya.
Tam uç ay!... Kolay değildi… Kapı kapı hasır dilenmiş eline ne
geçerse getirip yığmıştı bir köşeye… Vakitlerde onları satırla
parçalıyor, dilim dilim kıyıp basıyordu tekneye. Bu şekilde
ıslanan hasır parçaları bir süre sonra gevşeyip salıveriyordu
kendini. O da bunları verip nefsini körletiyordu doru atın.
Belki canına can katmıyordu ama idare ediyordu işte. Ölmesini
önlüyordu hiç değilse.
Her
bunluğun bir aydınlığı olur diye bir söz vardı ama onun da
göründüğü yoktu bir türlü. Görünecekmiş gibi bir hava da yoktu
ortalıkta.
Son bir umutla elini teknenin içinde bir kez daha
gezdirdi. Ama ne kadar uğraşırsa boşuna… Şu bir tutamdan başkaca
hasır yoktu teknede. İlaç için bile olsa tek bir çöp
kalmamıştı.
Elindeki tutamı sıktı. Daha bir küçülmüştü demet. Teknenin yanı
başındaki kütüğe, üstündeki satıra baktı. Gözleri doluktu. Az
sonra da gözyaşları alnından aşağı inen tuzlu tere karıştı.
Dünya bir tuhaf olmuştu, kışın çat ayazında terliyordu.
Duvarın dibindeki şilteyi bir ucundan kaldırdı. Ne yazık ki
orada da bir şey kalmamıştı. Altında hasır kalmayan şilte nemli
toprağın üzerinde durmaktan ağırlaşmış, küf bağlamıştı.
Çaresizlik içinde kapıyı çekip dışarı çıktı. Adımları geri geri
kayıyor ahıra yaklaşmak istemiyordu. Ne yüzle çıkacaktı ki doru
atın karşısına? Hangi yüzle bakacaktı onun boncuk gözlerine?
Yıkıp çökertiyordu bu acizlik yaşlı adamın yorgun omuzlarını.
Alnının kırışıklarını daha bir derinleştiriyor, çoktan çökmüş
çiçek bozuğu yanaklarını daha bir çökertiyordu.
Kapının gıcırtısını duyar duymaz yattığı yerden başını
çevirmişti doru at. Çenesini uzatmış, yaşlı adamın ellerine
bakıyordu heyecanla. Sarı dişli geniş ağzından salyalar
akıtarak… Islak hasır kokusunu duyunca kımıldanır, biraz
canlanır gibi oldu. Ayağa kalkmaya çalıştı.
Yaşlı adam bakışları tavana dikili, ıslak hasır parçalarını ata
uzattı. Ardından hepsini bir anda yutuveren doru atın yelesini
okşamaya, boynuna sarılıp yanaklarını öpmeye başladı. Sonra
bakışları hâlâ tavana dikili, doru atın yularını direkten çözdü
ve ağır adımlarla kapıya doğru yürümeye koyuldu.
Biraz sonra yaşlı adam ve boncuk gözlü atı dışarıdaydı artık.
Çopurun Dursun ayaklarının altında gıcırdayan kara aldırmadan,
yelesini okşayarak, yanaklarını sıvazlayarak götürüyordu boncuk
gözlüsünü. Eşinden ayrılmaz kumrular gibi sarmaş dolaş yürüyüp
gittiler bir süre.
Neden sonra, sokuyu, evlek evlek uzanan tarlaları görünce köyden
hayli uzaklaştıklarının farkına varıp bir yamacın başında durdu
yaşlı adam. Son bir kez daha baktı atına. İçine çekercesine uzun
uzun seyretti onu. Yelesini, sağrılarını sıvazladı ve yuları
boynundan çözüp hızla uzaklaştı yanından. Bakışları yine
yukarıda, bembeyaz gökyüzüne dikili köyün yolunu tuttu.
Ayak seslerinden bir süre peşini takip eden atın daha sonra
bundan vazgeçtiği anlaşılıyordu. Bunda kuşkusuz yaşlı adamın
ödünsüz tavrının ve başını çevirmeden öfkeyle homurdanışının
payı büyüktü. Acılı kişnemesi her an biraz daha uzaklaşıyordu
artık.
Yaşlı adam yanakları ıslak, bitkin adımlarla karlara bata çıka
yürüyordu. Başını çevirir çevirmez doru atın öfke, kin ve
hepsinden önemlisi sitem dolu bakışlarıyla karşılaşacağı korkusu
içinde dolup dolup taşan gözlerini kapatmış yürürken, bir yandan
da dirseğiyle ağzını kapatarak hıçkırıklarını boğmaya
çalışıyordu.
|