Güneşli günler geride kalmış, boz bulanık bulutlarla birlikte
büyük bir sessizlik çökmüştü kentin üstüne. Birdenbire bastıran
kırağılar, annemin onca emeğini heba etmiş, o canım fesleğenler,
camgüzelleri, küpeçiçekleri, sardunyalar bir gecenin içinde
kaynar suyla haşlanmışa dönmüştü. Arada bir de olsa güneş
çıkmadığından, üç gün önce sicim gibi inen yağmurun yol açtığı
çamurlar bile kurumamıştı henüz. Araba tekerleklerinin yollarda
açtığı çukurlardaki yağmur suları sabahları cıncık gibi buza
kesmişken az sonra bakıyorsun ki çipil çamura dönmüş. Bulutlar
adamakıllı alçalmış, neredeyse yere değecekler. Çatıların
üzerini örten koyu kurşuni yapış yapış perdenin altında gündüz
gözüyle bile kapkaranlık oluyor ortalık.
Beklenmedik bu serinlik biz çocukların olduğu kadar
mahalleli kadınların da ayaklarını sokaktan kesmişti. Kapı
önlerinde örgüsünü ören, nakışını işleyen, mercimeğini bulgurunu
ayıklayan kalmamıştı. Seher Abla eskileri bozup kızına öteberi
yaparken bir yandan da Almanya’daki hayırsız kaynından
yakınmıyordu. Takıp takıştırıp sürüp sürüştürüp pencere
önlerinde onun bunun erkeğine gerdan kırıp göz süzen eltisini
çekiştiren Tokatlı Sadakat dedikleri kırmızı yanaklı, bodur
boylu, etine dolgun esmer kadın da kayıplara karışmıştı. Her
gördüğü genç kızı askerden gelen torununa almaya kalkışan
Erzurumlu da öyle.
Birdenbire bastıran soğuklarla birlikte, el ayak
çekilmiş, sokaklarda kimsecikler kalmamıştı.
Çeşmenin başı bile eskisi gibi kalabalık olmuyordu;
suyunu dolduran başını dolayıp savuşuyordu evine. Öyle eni konu
bekleyip ağız ağza verecek, şunu bunu çekiştirecek zaman
nerede?... Herkes kendi telaşında!... Bulut gibi kış geliyordu.
Oradan oraya koşturup harıl harıl eli kulağındaki kara kışa
hazırlanıyordu millet.
Birkaç gündür serpiştirdiği halde bir türlü yağmayan
yağmura en çok annem sinirleniyor olacak ki barut gibiydi! Bir
yerde duracağı yoktu. Sinirleri iyice gerilmiş, odayı arşınlayıp
duruyordu. Güldüğünü görmediğim solgun yüzü daha bir asılmış,
hareketleri daha bir değişmiş, sertleşmişti.
İkide bir pencereye gidiyor; bulutların ilk geldiği
günkü şiddetli yağmurlar sırasında su sızmasın diye babamın eski
fanilasından yırtıp kağşamış çerçevelerin arasına sıkıştırdığı
bezleri tepiştiriyor; aslında yaz aylarında bile yeterince
aydınlık olmayan tek pencereli odamızı böylesi havalarda zifiri
karanlığa boğan buğuları siliyordu camdan.
Bir yandan da kendi kendine söylenip duruyordu:
“Bir sen eksiktin!... Ne yağıyor, ne açıyor
mübarek!... Yağıyor musun, açıyor musun, ne yapıyorsan yap da
sen de kurtul, biz de... Ne bu yahu! Üç damla oraya, beş damla
buraya...”
Büyükannem oturduğu köşeden başını kaldırıyor. Ters
ters annemin yüzüne bakıyor:
“Hele şunun suratına bak! Hele şu surata bak,
Allah’ını seversen!...”
Kırışıktan geçilmeyen yüzünün orta yerinde
kıvılcımlar saçan iri kanlı gözleriyle yiyecek neredeyse annemi.
Başını titreterek bakıp duruyor bir süre.
“Suratsızın çalımına bak!... Kellesini kesmişsin
sanki, kellesi kesilesice!...”
Ne var ki, ne onun kendini yiyecekmiş gibi bakan
gözlerini görüyor, ne de dişlerini gıcırdatarak homurdanışını
duyuyordu annem... Arkası dönük, sokağı izliyordu. Çatlak
camlarından birine hamurla gazete kağıdı yapıştırılmış
penceremizin önüne dikilmiş bakıp duruyordu. Omuzlarının kalkıp
kalkıp inişine, burnunu çekiştirip duruşuna bakılırsa ağlıyor
olmalıydı yine.
Büyükannem dolup dolup taşıyor. Bir şeyler söylemek
istiyor, birkaç kez niyetleniyor, sonra vazgeçiyor. Ne
düşünüyor, kırk tilki dolaşan kafasında neler tasarlıyorsa,
eğiyor başını, hiçbir şey olmamış gibi Doktor ile oynuyor.
Çocuğun ensesini gıdıklıyor, sonra kendisi yapmamış gibi onunla
birlikte bunu yapanı aramaya koyuluyor.
Doktor, en küçük kardeşimin adı. Büyükannem öyle
diyor. İçimizde sevdiği, kanının kaynadığı, baldırlarına çimdiği
basmadığı tek torunu o. Büyüyünce doktor olacak, belinin,
bacaklarının ağrılarına çare bulacakmış... Kendi yakıştırdığı bu
düzmece geleceğe öylesine inanmış ki yirmi-yirmi beş yıl ömrü
olup olmadığını bile düşünmeden, şimdiden kızcağızı doktor
gözüyle görüyor. Belli bir saygı gösteriyor ona. Bir gün olsun
adını vermiyor. Doktor aşağı, Doktor yukarı... Oturup kalkıp
Doktor diyor. Kulak alışkanlığından mı ne, bizim de ağzımız
alıştı. Yasemin diyenimiz kalmadı çocuğa. Bir ara nasıl olduysa
kırış buruş yanağına kondurduğu küçük bir öpücük her şeyden
habersiz bu küçük kardeşimi bir anda büyükannemin gözdesi
yapmıştı. Şimdi yaşlı kadının gözünde dünya bir yana Doktor bir
yana.
Fakat bugünlerde onun da pabucu dama atılacağa
benziyor. Büyükannem, annemin beli her kalınlaşmaya başladığında
yaptığı gibi bu kez de kalıbını bastı hemen:
“Ne
derseniz deyin, oğlan! Bu sefer oğlan değilse, zilliyim...”
Daha
ikinci ayına yeni giren bebeğe Seyfettin adını yapıştırdı yine.
Daha bizler dünyada bile yokken kaybettiği büyükbabamın adını
torunlarından birine koymaya öyle bir hevesli ki benden
başlayarak sırasıyla hepimize koymuş. Tıpkı bugünlerde yaptığı
gibi daha anamızın karnındayken oğlan olacağımıza biricik
oğlunun –babamın- başı üzerine bahse tutuşarak hepimize
Seyfettin adını yapıştırmış. Terslik bu ya, dördümüz de kız
olmuş ve onun bu hevesini kursağında bırakmışız.
Son
günlerde umudunu, annemin ucun ucun şişmeye başlayan karnına
bağlamıştı. Onun için de yüzüne gülüp duruyordu. Ne var ki,
annemin ne yapıp edip bu çocuğu düşüreceğini öğrenince beyninden
vurulmuşa döndü. Eski suratsızlığı yeniden geldi üstüne. Hani ne
derler, burnundan soluyor. Kime nasıl çatarım, nereden ne kavga
çıkarırım diye aranıyor adeta.
Annem
bizleri –özellikle de beni- köşeye kıstırıp sıkı sıkı
öğütlüyor:
“Aman
ha, göreyim sizi... Benim derdim bana yetiyor... Durup dururken
başıma iş çıkarmayın...”
Annemin
söylemesine gerek yok aslında. Biz elimizden geleni yapıyoruz.
Büyükannemin gözüne batacak, onu sinirlendirecek bir şey
yapmamak için neredeyse yerimizden bile kıpırdamıyoruz. Başımıza
yumruğu indirmesine, baldırlarımıza çimdiği basmasına
aldırmıyor, olura olmaza ağlamıyoruz. Etimizden et kesse
sesimizi çıkarmıyor, işi vurdumduymazlığa vuruyoruz.
“Nasılsın gelin kızım?” demiyor artık anneme.
Elinin
tersiyle karnını da sıvazlamıyor:
“Bu
sırada birden bire büyümeye başladı, biliyor musun?”
“Bu
sefer karın biraz değirmice... Kızlarda daha sivri oluyordu...”
da demiyor.
Onlar
hep Yasemin’eydi. Aslında hepimize yapmış ama ben yalnızca onu
gördüm. Aman Allah’ım, görseniz ne ilgi ne ilgi anneme!
“Gelin
kızım...” dedikçe ağzından bal akıyordu.
Şöyle
ağırca bir şey kucaklayacak olsa, ufak yollu aksayan bacağını
sürükleyerek koşturuyordu yanına:
“Aman
geliin! Yüklü yüklü leğen mi kaldırılır a kızım?... İnsan
söyler, n’olacak, ben kaldırsam elime mi yapışır...” diye
elinden alıyordu hemen.
Bir iş
yaparken azıcık terleyecek olsa, kalkıp sırtına bir hırka falan
atıyordu.
“Aman
ha yavrum, dallarını üşütme sakın!... Ne demişler, ne gelirse
soğuktan gelir!...”
Annem
kendisine yağdırılan bu tatlı sözlerin gerçekte karnındaki
bebeğe –özellikle de Seyfettin’e- olduğunu biliyorsa da ses
etmiyor, farkında değilmiş gibi davranmakta yarar görüyordu.
Aslına
bakarsanız, annemle büyükannemin yıldızları oldu bitti
barışmazmış. Büyükannem daha işin başında onun bu eve gelin
gelmesini istemiyormuş. Babamı caydırmaya çok uğraşmış, ama
engelleyememiş. Okutup üfletmeleri, muskaya, kilit bağlatmaya
verdiği onca paralar boşa çıkmış, cini kadar sevmediği annem,
gelmiş oğluna karı olmuş.
Bunu
günaşırı ettikleri kavgalardan çıkarıyordum. O zamanlar böyle
değilmişiz. Büyükbabamın kocaman bir bakırcı dükkânı varmış ki
deme gitsin! Bir köşesinde adamı kıtır kıtır doğrasalar, öteki
köşesinde duyulmazmış. O kadar büyük, o kadar genişmiş... Ve
hangar gibi bu dükkân ağzına kadar bakırdan geçilmezmiş. Silme
dövme bakır doluymuş her köşesi. Boy boy tencereler, tavalar, el
leğenleri, ibrikler diziliymiş raflarda. Sabahları çırak –
kimsesiz bir çocukmuş, dükkânda yatarmış- kalkıp da, kepenkleri
kaldırdı, dükkânın önünü sulayıp süpürdü, kıpkırmızı bakırları
yerleştirdi mi, o canım mangallar, kapaklı sahanlar, yayvan
tencereler, lengerler güneşin altında pırıl pırıl yanar,
bakanların gözlerini kamaştırırmış... Karşı kaldırımda
bakırcılık yapan Karnik Usta hasedinden bizim dükkânı görmemek
için kapının önüne sandalyesini atıp oturamazmış. İçerinin o
isli kömür ve nışadır kokulu havasına kapanır kalırmış zavallı.
Bunları
ezberlemiştim artık. Daha ben doğmadan yıllar önce satılan ve
yıkılıp yerine kocaman banka yapılan bu bakırcı dükkânını gözümü
açıp görmüş, hatta içinde yaşamış gibi yakından tanıyor, hangi
rafa kazanların, hangisine yayvan tencerelerin, kapaklı
sahanların dizildiğini biliyor, bir kabın dövme bakırdan mı
yoksa çark bakırından mı olduğunu o saat anlıyordum. Aklıma
geldikçe de çırak İdris’in taklidini yapmak için divanın bir
köşesine ya da annemin üzerine işlemeli örtü serili çeyiz
sandığının üzerine dirseklerimle sıkı sıkı abanıp, birbirine
birleştirdiğim ayaklarımı o yana bu yana sallayarak, olmayan
bakırları parlatıyor, konu komşuyu gülmekten kırıyordum.
Şimdi
aynı şeyleri en küçük kardeşim yapıyor. Öteki kardeşlerim de
tıpkı benim gibi bu yollardan geçtiklerinden, Doktor’un bu
hareketleri onlara da ilginç gelmiyor. Ama siz bir de konu
komşuyu görün! Gülmekten kasıkları yarılıyor!
Dün
Serçe’nin karısının yanında yaptı aynı şeyi. Güle güle öldü
kadıncağız.
Onun
böyle çaput kilimin kaygan olmayan yüzünde ayaklarını o yana bu
yana kaydırmaya çalışırken, ayaklarını değil de kalçasını
salladığını gören kadın, gülmekten neredeyse altına
kaçırıyordu!...
“Anam,
nereden öğrendi şuncağız sıpa!...” diye şaşırıp kaldı kadın.
O gider
gitmez de kızılca kıyamet koptu yine!
Büyükannem küs oluşuna falan aldırmadan soruyu yapıştırdı
anneme:
“Neden
gelmişti yine?...”
“Ne
bileyim! Komşu değil mi, gelir a...”
Vay
efendim, onu diyen sen misin! Bir köpürdü seninki!
“Komşuymuş!... Nereden komşum oluyor, elin kahpesi! Ne zamandan
beri Kızılbaş’tan komşum olmuş?...”
“Anam
etme, ayıptır... Kulağına falan gider de...”
“Giderse gitsin, bayırın zillisinden mi korkacağım! Alaca yünden
börküm yok, kimselerden korkum yok!... Kulağına gidecek de,
bilmem neremi kesip alnına asacak değil a!... Bu karı buraya boş
yere gelmez. Çekilecek bir bulguru vardı, beni görünce başka
hava çaldı...”
Bir
bağırıyor! Evin içi kalkıp kalkıp iniyor.
Fazla
üstelemedi annem. Malının huyunu biliyor. Bir kez Nuh dedi mi,
peygamber demez artık. İpe gider, inadından vazgeçmez...
Çaresiz, doladı başını mutfağa gitti.
Büyükannem onun bu hareketine iyice ifrit oldu. Ağzına geleni
aktardı. İçerisinde birikmiş ne kadar kini varsa bir bir kustu.
En çok da kadının anneme karnındakini düşürmesini öğütleyişine
kızdı galiba. Biraz daha oyalanacak olsa, ne yapar eder kalkıp
kadını döverdi ha! Zavallıyı bir temiz pataklar, sonra da
kolundan tuttuğu gibi yallah dışarı!... Bereket, başlangıçta
kendini toparlayamadı. Hırsı sonradan artmaya başladı.
Huyu
öyledir onun. Hani ilaç içersin de etkisini yavaş yavaş
gösterir, büyükannem de öyle işte... Bir olaya, bir söze tepkisi
hemen o anda verdiğiyle sınırlı kalmaz. O şeyi daha sonra
kafasında geliştirip ne boyutlara vardırır bilinmez, işte böyle
durdukça öfkesi artar.
“Hele
yosmaya bak hele!... Hele Serçe’nin karısına bak!... Dört sıpa
nesine yetmiyormuş... Dört sıpa yaparım ben seni, zilli!...”
Soluklarımızı kıstık dinledik...
Hırsı
da öyle çabuk geçmediğinden bir süre sonra uykumuz geldi tabi.
İlkin Doktor, arkasından Yurdagül, sonra Fehime uyudu...
Ardından da ben...
|