“PEYGAMBER ÇİÇEĞİ” ÜSTÜNE MUSTAFA BALEL İLE BİR SÖYLEŞİ
Sennur SEZER
Soru: Balel, gerek öykülerinde gerekse “Peygamber
Çiçeği” romanında kadın kahramanların ağırlık kazandığını
görüyoruz. Bu yalnızca öykünün ağırlığını onların taşımalarından
değil. Davranışlarından ruh durumlarına kadar daha iyi
yansıtılmalarından, ayrıntılı anlatımlarından da geliyor. Erkek
kahramanlar geri planda kalıyorlar. Onların ruhsal durumlarını
ise hiç bilmiyoruz. Kadınları çok iyi gözlemlediğin anlaşılıyor.
Kadın kahramanları duygusal ve toplumsal durumların zıtlıklarını
daha iyi belirtmek için mi seçtin? Yoksa kadınları bu kadar iyi
anlatışının özel sebepleri var mı?
Yanıt:
Haklısınız, “Kurtboğan” ve “Kiraz Küpeler”i
izleyen çalışmalarımda özellikle son dönem öykülerimde ve “Peygamber
Çiçeği”’nde çilekeş Anadolu kadının sorunları ağır basıyor.
Bunu artık duygusal yanı daha iyi yansıttığına mı yorumlarsınız,
toplumsal çelişkileri daha belirgin vurguladığına mı… Yoksa bir
yazarın, insancıl yanıyla kişisel çıkarları arasındaki çatışkı
her an sezilen bir üvey anneyle üç genç kız arasında tampon
oluşturmakla geçen, biri öz iki anneanne ve bir o kadar üvey
babaanneyle daha da renklenen çocukluk ve ergenlik dönemlerinin
kazandırdığı gözlem birikimine mi?... Orasını bilemem. Kuşkusuz
bunların tümünün payı vardır da, ben diyorum ki, şu geçiş
döneminde, hiç olmazsa toplumun bir yarasına, ekonomik
özgürlüklerini elde edememiş Anadolu kadının sorunlarına
yönelmek, bu yaraya bir neşter vurmak, bireysel bunalımların,
insanı nihilizme götüren aşırı simgeciğin, fantasizmin
goygoyculuğunu yapmaktan iyiydi.
Belki politize yapıları gereği fazla derinliğine
inilemedi, yalnızca evdeki konumlarıyla yetinildi ama erkeklerin
geri planda bırakılıp ruhsal durumlarının irdelenmediği
konusundaki görüşünüze katılmıyorum. Kadınların başarıyla
çizdiğimi vurguladığınız o ruhsal durumlarını belirleyici öğe
olarak yerini alıyor onlar benim öykü ve romanlarımda. Teker
teker hiçbir anlam taşımayan objeler, bütün içerisindeki
konumlarıyla var olur, değer kazanırlar bildiğiniz gibi. Bir
hamam sahnesi alalım ele. Göbek taşında sere serpe uzanmış, her
yanları sırılsıklam ter içinde kalmış, yüzü gözü havuç gibi
kızarmış yarı baygın insanlar… Dönen başını avuçlarıyla
bastırarak sarsak adımlarla yürüyen yaşlılar… Körük gibi inip
kalkan göğüslerini tutarak gönülsüzce yanındakilerin dertlerini
dinleyenler… Ağzını soğuk su musluğuna dayayıp kana kana içen,
içtikçe canlanıp dirilen insanlar… Nasıl ki burada adı
anılmadığı halde gözümüzün önüne ‘sıcak’ geliyor, onun
bunaltıcılığı çöküyorsa üstümüze benim öykü ve romanlarımda da
öyle. Görünüşte bir geri plandalık ve siliklik onlarınki.
Dolaylı bir anlatımla etkin, baskın, belirleyici yapıları her an
seziliyor… Kaldı ki toplumumuzda –belki daha pek çok toplumda da
öyle- ekonomik baskının ötesinde, diğer bilinen kurumların
ağırlığını daha bir yoğun duyuyor kadınlar. Başlarının üstünde
Demokles’in kılıcı gibi sallanıp duran gelenekler, töreler,
toplumsal koşullanmalar, dirençsizlikleri, fiziksel
zayıflıkları… Bu mengenede kıvranırken önlerinde iki seçenek
var: Ya kaderci bir tutumla durumu kabullenecek ya da
başkaldıracaklar.
Soru : Başkaldırıda bir
kahraman olarak ben, durumunu kendi seçen bir kahraman olarak
Peygamber Çiçeği’ni hatırlıyorum. Öteki kadın kahramanların,
Peygamber Çiçeği’nin annesi, “Gülname” adlı öykündeki kız…
durumlarını kabullenmiş kişiler. “Peygamber Çiçeği”ndeki
Nurten’in, “Cumartesiye Çok Var mı?”daki Deste’nin başkaldırı
ise bilinçsiz bir yabancılaşma durumunda olduğu için sonunda
düzenin dişlilerine takılmak oluyor. Bu da durumu değiştirmiyor.
Bu anlamda kadınların düzenin getirdiği durumdan kurtulma
şansları yok… Ne dersin?
Yanıt :
Evet
öyle. Asıl vurgulamak istediğim de bu zaten. Hani derler a:
Keskin sirke küpüne zarar. Kendi elleriyle kendilerini daha zor
duruma sokuyor bu kişiler; adamakıllı açmaza sürükleniyorlar.
İnsan doğasından gelen olağan bir tepki, sıradan bir
duygusallığın yansımasından başka bir şey olmayan bu dışavurum,
neyi değiştirebilir?... Fakat önemli. İnsanoğlunu eşyadan ayıran
bu özelliği küçümsememeli bence. Mangal kenarına kıvrılmış
uyuyan bir kedi bile rahatını bozmaya kalkıştığınızda
homurdanıyor, hoşnutsuzluğunu açığa vurmak için çakmak çakmak
gözlerle üzerimize yürüyor, hatta temiz bir dayak çekip kapı
dışarı edeceğimizi bile bile cırnak atıyor da insan denen yüce
varlığın bunu yapmasını neden yadırgıyoruz ki! Önemli olan
insanın bu doğal tepkiye sahip olması, benliğinde tetikte
tutması onu. Yapa boza öğrenmiyor muyuz her şeyi?... Bir bilen
çıkıp öğretiverir nasıl olsa bu helvanın nasıl karılacağını…
Kurtulma dediniz de, toplumu erkekler ve kadınlar
birlikte oluşturuyorsa, kurtulmayı bir kesimin tekeline vermek
niye?...
Soru : “Peygamber
Çiçeği”ndeki kızın genelev seçimini biraz açar mısın? Bir
öfkenin sonucu mu, bilinçaltında gördüğü rugan pabuçlu genelev
kadınının ailenin baskın kişisi babaanneden ilgi görmesi mi
etkin, yoksa film ve gazetelerin özendirmeleri mi? Çünkü ne
fiziksel yapı olarak ne de dünyaya bakışı buna uygun değil
Nurten’in.
Yanıt :
Nurten, dediğiniz gibi, şımarık, arı satmış namusu tellala
vermiş bir erkek delisi değil. Sınıf atlayıp parayla oynamayı
amaçlayan bir gözü kara da değil. Böyleyken bu yolu seçip
kendini Çiçek Pazarı’na atması neden?... Ben olsam bu soruyu
şöyle sorardım: “Nurten’i Çiçek Pazarı adındaki batakhaneye
iten ne?” Ve hemen şu yanıtı verirdim: Sosyal tabandaki
çarpıklığın yarattığı öfke… Çocukluk ve ergenlik dönemi Sivas’ın
bir kenar mahallesinde, çevrede önceleri etkin ve saygın bir
aileyken, büyükbabanın ölümünden sonra – kabuk değiştiren üretim
ilişkileri sonucu - yoksullaşan bir ailede geçiyor Nurten’in…
Çevre baskısı ve oğlunun farklı mezhepten bir kızla evlenmesini
bir türkü içine sindiremeyen büyükannenin kışkırtmalarıyla her
gün karısını döven bir babası var bu kızın. Bir de yediği
dayağın acısını çocuklarından çıkarmakla rahatlayan bir annesi…
Ve onu bu cehennemden kurtulmak için her şeyi göze almaya iten
temel olay, bardağı taşıran son damla: saçlarını kestirdi diye
babasının kıyasıya dövüp bileklerinden tavana asması… Bütün
bunlar bir toplumsal kaosun yansıması değil midir?... Sonra
dedikodular… Bir babanın sırf saçını kesti diye gelinlik kızını
bütün bir gece tavanda bileklerinden asılı bırakarak mahalleyi
ayağa kaldırması akıl alır bir iş olmadığına göre, olay
çarpıtılarak farklı boyutlara ulaştırılmaya gebe. Henüz ipten
indirilen Nurten hasta yatağında sancılar içinde kıvranırken
sözümona hasta görmeye gelenlerin ayaküstü uyduruverdikleri
yalanların kulaktan kulağa yayılması kıza çevrede yaşama hakkı
tanır mıydı? O da ayrı bir olay tabi.
Soru : “Peygamber
Çiçeği”nde baştan son yöresel bir dil kalıbı kullanıyorsun.
Örneğin “Utanmasaydı ya, tabanları yağlayıp kaçacaktı.” Cümlesi
okunduğunda ‘ya kaçacaktı ya da bayılacaktı’ gibi bir
tamamlamayı gerektiği duygusunu veriyor. Bir yanlış anlatım yolu
seçmişsin kanısıı da edinilebilir. Bu seçimi belki de “Peygamber
Çiçeği”nin şehirdeki yabancılaşmasını vermek için yaptın.
Yöresel dil kalıbını kullanmanın nedenlerini anlatır mısın?
Yanıt :
Yöresel dil kalıbı kullandığımı da nereden çıkarıyorsunuz? Kadın
konusunu deşmedeki titizliği burada da gösterip, en azından TDK
Türkçe Sözlük’e baksaydınız, “ya” maddesindeki uzun açıklamalar
arasında romanımda yer yer kullandığım ve anlatım özgünlüğümün
bir parçası olduğuna inandığım ‘ya’nın orada aynen
yer aldığını, iki cümleden gerekçe bildireni üzerinde ısrar
anlamı taşıyan bu ‘ya’nın “Kitabı eline geçirdi ya
bitirmeden bırakmaz.” diye bir örnekle de vurgulandığını
görecektiniz. İşte o ‘ya’ benim kullandığım. Hem şöyle
biraz gerilere dönüp otuz kırk yıl önceki sözlüklere göz atmaya
kalkışsak, acaba onlarda da şu anda olduğu gibi dört farklı
anlamda kullanılan bir ‘ya’ maddesi mi çıkacaktı
karşımıza?... Dil canlı bir olaydır, doğar, gelişir, yaşar,
ölür. Geçmişte nice kalıplar sürecini tamamlayıp yok oldu,
gitti. Yerini yenilerine bırakarak… Güzel Türkçe’mize birkaç yıl
sonra incelemecilerin, araştırmacıları üç beş yeni ‘ya’
katmayacağını nereden biliyoruz?...
Soru : “Gülname” öykünden
başlayarak kırsal kesimden şehre göçenleri, değişen değer
yargılarını anlatıyorsun. Değer yargılarında, genellikle tutucu
olan kadınların değişmeleri, toplumsal değişimi yansıtması
yönünden önemli. Bu hikâyeler “Gülname”, “Anacık”, “Gözyaşı
Satıcısı”, “Cumartesiye Çok var mı?” birbirinin devamı gibi.
Yeni bir roman hazırlığında mısın?
Yanıt :
“Köşküm
Var Deryaya Karşı”
adıyla topladığım bu öykülerin tümü bir arada okunduğunda bir
roman oylumunu ve derinliğini aratmayacak belki. Ama burada asıl
belirtmek istediğim, ilk halkasını “Peygamber Çiçeği”nin
oluşturduğu “Ayışı Otopsileri” adlı bir dörtlü. İkinci
kitabı şimdilerde bitirdiğim “Asmalı Pencere” olan bu
çalışma “Gün Vurgunu” ve “Civelek” adlı
romanlar da tamanlandığında, topluma neşter vuran bir dörtlü
çıkacak ortaya.
|