“PEYGAMBER ÇİÇEĞİ” ÜSTÜNE MUSTAFA BALEL İLE BİR SÖYLEŞİ
Konur ERTOP
K.E. : Mustafa Balel “Peygamber
Çiçeği” adlı romanınızda iki zaman içinde iki ayrı mekân söz
konusu. Kahramanınızın anımsamalarıyla, geriye dönüşlerle
canlandırdığınız bu iki çevreye ait tanıklıklarınız neler?
Sivas’taki bu kenar mahallenin, İstanbul’da Çiçek Pazarı adını
taşıyan genelevin insanları, bunların ilişkileri kurmaca mı,
yoksa gerçeğe mi dayanıyor? Romanınızın gereçlerini nasıl
derlediniz?
M.B.
:
Sevgili
Konur Ertop, bir romanda aslolan
yazarın çevreye ait tanıklıkları mı, yoksa bu çevreleri
çizimindeki başarısı mıdır sizce? Ben, ikincisinden yanayım.
Roman ya da öyküde mekân, konunun bütünlüğüne bağlı olarak
seçilir. İnsanları, onların toplumsal yapıdaki yerini,
sevinçlerini, kaygılarını, dertlerini, olaylar karşısındaki
tepkilerini vermede ve roman kişilerinin karakterlerini
pekiştirmede belirleyici bir özelliğe sahiptir. Bu da konunun
gereği yazarın yakın çevresinden olabileceği gibi tamamen bu
çevrenin dışından da olabilir. Bir yapıtta yazar kendi çevresini
mi kullanmış, yoksa bir başka çevreyi mi, çok da önemli değil
bence. Çevrenin çizimi tüm boyutlarıyla ele alınabilmiş mi? İlk
bakışta eklektik olmayan bir toplumsal birlik yaratılabilmiş mi?
Bu birlik o mekânda yaşayan insanlara, onların birbirleriyle
ilişkilerine yansıtılabilmiş mi?... Bunlara bakarım ben. Gerisi
yaratanın bileceği iş. Bunun kökenini deşelemeyi anlamıyorum.
Kendi çevresini dile getirdiği halde başarıya ulaşamamış pek
çok yapıta tanık olduğumuz gibi yazarın yaşamıyla hiç ilgisi
olmadığı halde, yazarın çevreye yabancılığını sezdirmeyen, hatta
okuyanda, o çevrede yetişmiş, orayı ıcığı cıcığıyla bilen biri
izlenimi yaratan yapıtların sayısı da hayli kabarık… En basiti
kendimden bir örnek vereyim size : İlk kitabım “Kurtboğan”
da yabancısı olduğum bir çevreyi, hiç tanımadığım kırsal kesimi
işledim, biri çıkıp da kırsal kesimi ve buranın insanlarını
tanımadığımı söyleyemedi. Tersine ‘kırı, kırsal kesim
yazarlarından iyi tanıyan bir öykücü’ olarak tanımlandım.
“Peygamber Çiçeği”nde söz
konusu iki mekândan ilki, yani Nurten’in çocukluğunun geçtiği
Sivas’taki o mahalle, akşama doğru maltız dumanlarından
geçilmeyen daracık sokakları, kerpiç avlu duvarlarının gerisine
çekilmiş yıkık dökük ahşap evleri, fabrika borusuyla yolları
dolduran işçileri, Kale Park’tan gelen türkü seslerinin gece
yarılarına dek inlettiği sokaklarıyla çocukluğumun geçtiği
Kaleardı mahallesi. Çiçek Pazarı ise tamamen kurmaca mekân.
Kaleardı
her ne kadar tanığı, hatta bir parçası olduğum mekânsa da,
insanları için aynı şeyi söyleyemem. Gerçek yaşamda varolan
insanlardan doğrudan yararlanmayı düpedüz doğalcılığın kucağına
düşmek olarak görüyorum ben. Oysa sanatçı bundan özellikle
kaçınmalıdır. İnsanları ve olayları doğalcılığın peşine katıp
kendi gidişine bırakmaya hakkı yok kimsenin. Bir romancı için
yanlış sonuçlara vardıran tehlikeli bir tutum bu. Gerçek ile
roman gerçeği ayrı ayrı şeylerdir. İlki güncel gerçekken,
ikincisi romancının okuru bir yere vardırmak amacıyla kullandığı
bir araç olmalıdır. Yani o yönlendirmelidir. Sanatçı, bir yığın
insan gerçeğinden yakaladığı birtakım özellikleri bir araya
getirerek tipini canlandırır. Bunu yaparken de çeşitli yöntemler
kullanır: Bazı özelliklerini atıp bazı özelliklerini koruduğu
bir örnek kişi seçip karakterin romandaki rolüne uygun yeni
özellikler katmak. suretiyle gerçekleştirir. Ya da pek çok
insanın birbirini destekleyici özelliklerini bir araya getirerek
bunların bir sentezine ulaşmak… Aslolan eklektikliğe düşmeden bu
tiplemeyi başarabilmektir.
Benim insanlarım da böyle bir
sentezin ürünü işte. Bir ömür tanığı olduğum, içlerinde
yaşadığım, belki bir otobüs ya da, bir tren yolculuğu sırasında
tanıştığım, Edirne’den Ardahan’a, Sivas’tan İstanbul’a çeşitli
mekânlarda karşılaştığım, belki birlikte ekmek yiyip su içme
olanağı bulduğum sayısız insanın birtakım özelliklerinin
ustalıklı bir bireşimiyle oluşmuş kanlı canlı kişiler oldu. Öyle
ki bugün hangi tipimin hangi özelliğini hangi komşudan, hangi
akrabadan, hangi arkadaştan, tanıdığım hangi esnaftan, işçiden,
köylüden aldığımı anımsamam olanaksız. Bunların her biri “Peygamber
Çiçeği”nin her şeyiyle dipdiri kişileri olup çıktılar.
Tiplerim kendi içlerindeki tutarlı bütünlükleriyle yaşamımıza
katıldılar, bizler gibi soluk alıyor, yürüyor, gülüyor,
ağlıyorlar. Bazen insanın hani şu eski bir tanığı gördüğünde
kapıldığı duyguya benzer bir sıcaklıkla, şöyle uzaktan bir
gülümseme gönderdiğim ya da dudaklarımda buruk bir acıyla
süzdüğüm bile oluyor onları.
K.E. : Kahramanınız Nurten’in
serüvenini okurlarımız için kısaca anlatır mısınız? Bu sorunlar
aracılığıyla bir bildiri dile getiriliyor mu?
M.B.
:
Gerilerde kalmış bir varlığın
anılarıyla ayakta duran, bir zamanlar kocasının bir uçtan
bakıldığında öbür ucu görülmeyen koskoca bakırcı dükkânıyla güm
güm gümleyen konakları değişen ekonomik koşulları sonucu artık
tarihe karışmış yaşlı bir kadın Donsuzoğullarının Seyfettin
Efendi’nin karısı. Bir zamanlar Sivas’ın varlıklı kişilerinin
oturduğu seçkin bir mahalleyken bugün bir kenar mahalleye
dönüşmüş bir semtte iki göz bir izbede yaşadığı halde ayakları
yere basmayan ve yeni durumunu bir türlü benimseyemeyen bu yaşlı
kadın gelin diye evine gelen ‘kefere kızı’nı bir türlü
kabullenememektedir. Bir yanda etnik ayrımın kini, öte yanda
yitirdiği şu görkemli saltanatın hazımsızlığı… Ekonomik yapıdaki
çelişkilerin yarattığı kaosa duyduğu öfkeyi ‘yılan’ gözüyle
gördüğü bu gelinde somutlaştırmakta, gelinini evden kaçırmak
için elinden geleni ardına koymamaktadır. Dövmeler, sövmeler,
aşağılamalar, kafasını gözünü kırdırmalar… Kadıncağız sığınacağı
yeri olmadığından her türlü kötülüğe katlandıkça yaşlı kadının
hırçınlığı daha da büyük boyutlara ulaşır. O kadar ki, oğluna
genelevden bir kadın çıkarttırıp sırf gelinine inat, bu kadına
hizmet eder. Yeter ki zavallı gelin o evden gitsin. Gelgelelim
onun gideceği yoktur ama genelevden çıkarılan rugan pabuçlu
kadın beş on gün sonra kayıplara karışır.
Romanın kahramanı Nurten, işte
böyle bir ailede doğmuş ve bu ortamda yetişmiştir. Babasının
çalıştığı fabrikada uzun süredir devam etmekte olan grev,
siyasal işten çıkarmalar, temelinden bozuk olan ekonomik
durumlarını iyice bozmuştur. Evleri ellerinden gidince, uzak bir
mahallede ucuz bir eve taşınmak zorunda kalırlar. Nurten evin en
büyük kızıdır. Yavaş yavaş genç kızlığa adım atmak üzeredir
artık. Annesinin işlediği nakışları, ördüğü oyaları, tarihi
kalıntıların oradaki hediyelik eşya mağazalarına götürürken
çarşıda pazarda gördüğü yaşam biçimleri karşısında eskisi gibi
kayıtsız kalması mümkün değildir tabi. Ekonomik kaosun her geçen
gün biraz daha çıkmaza sürüklediği babası tüm aczi ve pasif
kişiliği sonucu kolay olanı seçerek kendini içkinin kucağına
atar. Gelgelelim içerisinde gelişen alev, yönlendirilmemiş
birikim, Nurten’in saçlarını kestirmesi üzerine yeniden patlak
verip şu ünlü asılma olayına götürür onu. İşte baba için bardağı
taşıran bu damla, Nurten için de bir sonun başlangıcıdır.
Böylece romanda köklü bir mekân değişikliği gerçekleşerek Nurten
kendini Çiçek Pazarı’nın sermayeleri arasında bulur.
Bu sorunlar aracılığıyla dile getirilen Nurten’i Peygamber
Çiçeği haline getiren olgu elbette. Bu dönüşüm bir yazgı değil
tabi. Bu taşra kentinin bir kenar mahallesinde yoksul bir
ailenin kızı olması ve tüm yaşadıkları, bu dönüşümün, kökeninin
tamamen ekonomik nedenlerden alan bir kaos üzerine temellendiği
göstermiyor mu?
K.E. : Kahramanınız için bir
kurtuluş yolu var mı? Romanın sonunda Nurten’in karşılaştığı
yürüyüşçüler neyi dile getiriyor?
M.B.
:
Bir yazarın kendi romanının
bildirisi üzerine konuşmasını da anlayamıyorum pek. Roman
yazılıp kitap haline gelecek, okura ulaşacak, sonra yazar kalkıp
şurada şunu demek istedim, şu şu olgularla şu bildiriyi iletmek
istedim diyecek… Bunlar bana gereksiz gibi geliyor. Olsa olsa
başkaları, eleştirmenler, incelemeci ve araştırmacılar bu konuda
bir açmaza düştüğünde başvurulacak en son yol olmalı yazarın
görüşünü almak. Hani mahkemelerde uyuşmazlık durumunda
bilirkişiye başvurulması gibi… Peygamber Çiçeği ve çevresindeki
kurtuluş yolu arayan insanlar giriştikleri bireysel kurtuluş
savaşımında (Gelincik’in sıcak bir aile yuvası özlemiyle varını
yoğunu bir dolandırıcıya kaptırıp intihara sürüklenmesi,
Orkide’nin ev açıp kız çalıştırma umuduyla para biriktirmesi,
Muhabbet Çiçeği’nin daha ucuz bir eve düşmemek için patronun
köpeği durumuna gelmesi, Peygamber Çiçeği’nin şu önemli müşteri
umutları…) ne kadar yol alabilmişler? Para yığmalar, bir erkeğin
gelip nikâhlayacağı umutları, kendini beş vakit namaza adamalar
ya da Elvan Çakır’ın karaltısının kalkmasını beklemeler… Bunlar
kurtuluş yolunda kat edilmiş birer aşama mıdır?... Romanda her
şey açıkça verilmiş. Romanın sonunda göğsünde kocaman bir yapma
çiçek bulunan organize bir tuvalet giyinmiş Nurten’in, yanında
genelev fedaisi Sadullah, şakır şakır inen yağmurun altında bir
müşteriye gitmek üzere Yüksek Kaldırım’dan inerken burun buruna
geldiği insan seli sıradan bir rastlantı mı? Yoksa söz konusu
kurtuluşa bir gönderme mi sezdiriliyor? Gelin okura bırakalım
orasını da…
K.E. : “Vücudu dersen amenna”
diyorsunuz. ‘Amenna’yı ‘hakeza’ yerine kullanmışsınız. ‘Cılk
yara der’ gibi ‘cılk çamur’ demişsiniz, ‘küsülülükleri’
diyorsunuz. Kuzgun derisinden yapılmış rugan iskarpinden söz
ediyorsunuz. Dilinizde, anlatımınızda aksaklıklar bulunduğunu
kabul edecek misiniz?
M.B.
:
Dilde ve anlatımda aksaklıklar
diyince, bilen bilmeyen de bir şey sanacak. Birinci tekil
ağızdan verilmiş bir romanda gerçek anlamı dışında kullanılmış
ya da anlam kaymasına uğrayarak yeni bir boyut kazanmış bir
sözcük olan “amenna”ya bakarak bir romancının dilinde
aksaklıktan söz etmek haksızlık olmuyor mu dersiniz? “Cılk”
sözcüğü için de isteyen Türk Dil Kurumu sözlüğündeki ilgili
maddeye baksın. Orada bu sözcüğün “vıcık” anlamına geldiğini, ve
H.Edip Adıvar’dan bir örnek cümleyle de desteklendiğini
görecektir.
‘Küsülü’ sözcüğü de yine bilindiği
gibi İstanbul şivesinde ‘küs’, ‘küskün’ sözcüklerinin Anadolu’da
yaygın olanı. ‘Küs’ yerine ‘küsülü’yü kullanan halkın
‘küskünlük’ yerine de kendi kullandığı sıfatın “…lik” takısıyla
isimleştirilmesinden başka bir şey olmayan ‘küsülülük’ sözcüğünü
seçmesi kadar doğal bir şey olamaz. Kuzgun derisinden yapılmış
rugan iskarpinde ise biraz dikkatli bir okur, Donsuzoğullarının
Seyfettin Efendi’nin karısının hani şu görkemli geçmişiyle
övünürken yaptığı falsonun ironik bir dille aktarılmasını
bulacak ya da yıllar önce büyükannesinden duyduğu ‘kuzguni
deriden rugan iskarpinler’in, yaşamı kısır bir çevrede geçmiş,
bilgisi sınırlı bir genelev kadını olan Nurten’in
anımsamalarında bir çarpıtılma sonucu bu düzeye ulaştığını
düşünecektir.
|