Kaderiyle baş başa bırakılmış bu saray yavrusu evin uçsuz
bucaksız salonunda kafese kapatılmış bir kuştan farksız
görüyordum kendimi. Amcamdan ya da yengemden söz gelmesin diye
durup durup başlayan, giderek adamakıllı dayanılmaz hale gelen
kaşıntılarımı unutmak için neler çektiğimi bir ben biliyordum.
Ellerimi dizlerimin arasına kıstırıp put gibi oturmalar… İçimden
dualar mırıldanmalar… Öyle bir Allah’ın cezası koltuğa oturmuşum
ki, en ufak bir kıpırdanışımda garç gurç ortalığı birbirine
katıyor, bir anda tüm gözlerin üzerime çevrilmesine yol
açıyordu. Bu yüzden göze batacak hareketlerden kaçınıyordum.
Oturduğum hasır koltuktan, başımı şöyle biraz yana eğersem,
cumbanın gerisinden kurşun kaplı bir kubbeyle, sonradan minare
olduğunu öğrendiğim kulemsi bir yapının bir bölümü görünüyordu.
Anneme, daha ne kadar oturacağımızı ve ne zaman kalkacağımızı
sormaktan fırsat buldukça, bu kubbeye konmaya çalışan kuşları ve
minarenin çatıyla birleştiği yerde yosun bağlamış taşların
arasında nasılsa fışkırmış, küçük bir incir fidanıyla kadife
kırmızısı çiçekler açmış hüsnüyusuf dışında arasıra ak
bulutların renk kattığı bir avuç gökyüzünü seyrediyordum. Bu bir
avuç maviliğin ortasında görünüveren bir küçük buluta biniyor,
dizginleri kaptığım gibi mahmuzluyordum onu. Çocuk beynimin
İstanbul’unun düşsel sokaklarında koştur babam koştur…. Anlata
anlata bitirilemeyen Beyoğlu’nu, Galata Köprüsü’nü, Topkapı
Sarayı’nı altı narin minarenin bir başka büyü kattığı o nazlı
gelin Sultanahmet Camisi’ni, dillere destan Kapalıçarşı’yı
dolaşıyordum. Bu arada kalabalığı fırsat bilip şu ünlü yankesici
ya da kapkaççıların hışmına uğrayıp uğramadığımı denetlemek için
sık sık dirseğimle paramın –eniştemin verdiği harçlıkları amcam
gibi fanilama diktirdiğim gizli cebe saklamamıştım; yengemin ne
hikmetse benimkini beğenmeyip kendi oğlunun eskileri arasından
seçip giydirdiği kısa pantolonun cebine koymuş, çengelliiğne ile
de ağzını tutturmuştum- üstüne koymayı da ihmal etmiyorum.
Az sonra bir de
bakıyordum ki yine o lanet konakta, o lanet koltukta sıkıntıdan
kıvranıyordum. Kaçamak yollu, ilkokulu bitirdiğim yıl eniştemin
armağan ettiği, aradan koskoca iki yıl geçmesine rağmen geceleri
yatağa girdiğimde yorganın altına gizlenip yeşil yeşil
parıldayan rakamlarını izlemekten usandığım fosforlu saatime
bakıyordum. Ne olmuşsa, o hınzır da bana inat bir işgüzarmış!
Günübirliğine geldiğim şu İstanbul’u enikonu gezmeden çekip
gitmemi istercesine fırıl fırıl ilerliyor. Baksana şimdiden
ikiyi bilmem kaç geçiyordu….
Sıkıntıyla bir anneme, bir ablama bakıyordum. Onlar
da adamakıllı bunalmış olmalı, habire duvarları süsleyen
ikonlara, eski konağın koca salonunu boydan boya kaplayan havı
dökülmüş taban halısına, çevresinde eniştemin, amcamın, Manoli
Amca ve baldızı Melina’nın büyük bir coşkuyla yılan hikayesine
dönen konkenlerini oynadıkları oymalı yuvarlak masaya bakıp
burun kıvırıyorlardı. Böylece dudak büküşleri ya da omuz
silkişleriyle eşyaların gözümde değer kazanmasına ya da
hiçleşmesine yardımcı oluyorlardı. Örneğin Matmazel Melina’nın
dantel bluzu, sehpaların üzerini süsleyen örtüler, salonun bir
köşesinde ağaç gibi dikilen baldırı bacağı ortada şu abanoz
kadın heykeli; Manoli Amca’nın güzel sanatlarda okuyan kızı
Rea’nın –ilk hoşbeşin ardından annesiyle birlikte, sular
kesilmeden mutfağı bir haline yoluna koyma gerekçesiyle ortadan
kaybolmasının üzerinden tam dört buçuk saat geçtikten sonra
karabatak gibi yeniden ortaya çıkmıştı- sunduğu kahve de,
fincanlar gibi hiçleşen şeyler arasındaydı. Mum lekesinden
geçilmeyen şamdan, üzerinde çıtı pıtı bir balerinanın bulunduğu
heyula salon radyosu… Bu arada kadife perdelerle balerinalı
saat, Rea’nın kendisi, sehpaların birinin üzerindeki gümüş
şekerlik ile annemin ikide bir alıp uzun uzun inceledikten sonra
halis fildişinden olduğuna karar verdiği sigaralıksa
beğendikleri arasına giriyordu.
Çevre incelemesinden usanıp hohlayıp puflayarak
ellerini ovuşturmaya koyulduklarında koskoca kadınken
kendilerinin bile sıkıldığını, el kadar çocuk olan bizlerin kim
bilir ne kadar bunaldığımızı söylüyor, Manoli Amca ile baldızı
Melina’ya homurdanmaya başlıyorlardı. Bu ne kadar oyun
merakıymış ki daha bismillah adımını atar atmaz, mal bulmuş
mağribi gibi saldırmış amcamla eniştemi masaya çekip kareyi
kurmuşlardı. Peki onlar öyle yaptı, ya ötekiler? Hadi diyelim,
enişteme de söylenecek bir şey yok. Misafirdi, önünde büyüğü
vardı, ayıp olmasın diye uymuştu. Ya öteki kıllıya ne buyrulurdu?...
Kazık kadar herif!.. Demiyor muydu ki, babam oyunun sırası mı,
neye geldik ne yapıyoruz? Bu adamlar İstanbul’a el alemin
Manoli’si ile zilli baldızının konkenlerini seyretmeye
gelmediler a!... Götürüp gezdireyim şunları biraz… Saat öğlenin
üçü olmuş, kılı bile kıpırdamıyordu herifçioğlunun….
İçimden geçenleri okurmuş gibi konuşmalarını
duydukça biraz ferahlıyorsam da, elime bir şey geçmiyordu ki!...
Amcamın arkasından homurdanıp onun mıhsıçtının biri olduğunu
söylemeleri önemli değildi ki benim için!.. Babamın yedi
çocuğunun rızkından kesip onlara teneke teneke yağlar, ballar,
kavurmalar, kangal kangal sucuklar, oğulları evlenince elinde
hazır para bulunsun diye her fırsatta Reşat altınları
göndermesine karşılık, sözüm ona bir jest yaparak günübirliğine
de olsa bizi İstanbul’a diye, getirip bu küffarın evine
kapattığını söylemekle ne değişecekti ki!... Maksadın masraf
yapmadan akşamı etmek ve tren saati geldiğinde bizleri önüne
katıp yeni baştan Adapazarı’na götürmek olduğunu zaten
biliyorduk. Asıl ağrıma giden, Adapazarı izlenimlerimi
anlatırken –onu altı yıldır dinliyorlardı zaten- yeni şeyler
katamayıp resim derslerinde gerçek bir İstanbul manzarası değil
de, yine takvim arkalarından tanıdığım altı minareli camiyi ya
da denizin köpüklü suları arasında yükselen bir minyatür şatoyu
andıran Kızkulesi’ni çizmek zorunda kalacağım düşüncesiydi…
Yoksa herkesin ayrı tabakta yediği bir sofra, tuvaletinde suyu
bulunan bol güneşli bir ev.. Sadrettin’in babasından aşırdığı
kırmızı uçlu incecik belli hanımeli sigaralarını tüttürüşümüz,
yeşil ceviz kabuklarıyla kendimize sonradan koyulaşıp kestane
rengine dönecek olan bıyıklar yapışımız…. Sapanca’nın berrak
sularında efsaneleşmiş kasabanın hala ayakta durduğu söylenen
minarelerini arayışımız… Demiryolu işletmesinin Çark Suyu
kıyısındaki çay bahçesinde, çekirdek çıtlatarak, ağızlarımız bir
karış açık, ulusal güreşçi bilmem kimi seyredişimiz… Böğürtlen,
döngel, çitlembik, kızılcık toplayışımız… Banliyö trenlerine el
sallayışımız… Yabancısı olduğu şeyler değildi ki Sivas’taki
arkadaşlarımın. Sonra çiğit, süzek, pörsük ya da dadandı
gibisinden sözler ettiklerinde, tıpkı amcaların bana yaptığı
gibi çekirdek, süzgeç, solmuş, alışkanlık edindi diye
düzeltirken keyiften dört köşe olmak da öyle… Zaten tatilin
bitimine birkaç gün kala bizimkilerin gelişi –hem çocuğu alır
döneriz, hem de bir hava değişikliği olur, diye düşünmüşler-
üzerine, amcamla yengemin kapalı kapılar ardında uzun
tartışmalar sonucu bizi günübirliğine İstanbul’a götürmeye karar
verdiklerini duyunca sevinçten uçuşum.. İşte bu yeni şeyler
arayışımdan kaynaklanıyordu. Bilinmeyen bir dünyayı keşfederek
kendi merakımı gidermek; bu arada yeni öğrendiğim şeyleri
ileterek arkadaşlarımın hayranlığını kazanmak…
Gelgelelim koskoca günün yarıdan fazlası geçip
gitmiş; şu ana kadar arkadaşlarıma anlatacak bir şey yakalamış
değildim henüz. Neyi anlatacaktım? Günlerce süren hazırlığı mı?
Bavulları birer birer elden geçirip neyin giyilip neyin
giyilmeyeceğine karar veren yengemin, ablamın saçını topuz
yapışını; emprime elbisesinin eteğini sonradan açılacak biçimde
bastırışını; annemin atkısını beğenmeyip başına siyah şifon
örtüşünü mü?... Amcamın bir köşesinde fildişi rengi tüy bulunan
fötr şapkasının günler önceden buzdolabına konulup tüylerinin
kabartılışını mı?... Annemin deyimiyle hesaplı kitaplı amcamın,
boyunlarında altın, kollarında bileziklerle gelip bu lanetleri
başına bela ettikleri için annemle ablamın ağızlarından girip
burunlarından çıktığını, sonra da hepsini çıkarttırıp
gramlarını, ayarlarını birer birer not edip Hamdabla diye bir
yaşlı kadına emanet edişini mi?... Yoksa biri çıkar gelir
korkusuyla ışık yakmadan tüllerin gerisinde geçirilen korkulu
bekleyiş saatlerini ya da yiyecek parası verilmesin düşüncesiyle
hazırlanmış yiyeceklere sahip çıkmayıp banliyö treninde unuttu
diye annemin amcamdan yediği zılgıtları mı?... Herkesi kendime
güldürmekten başka neye yarardı ki, o korkulu bekleyiş
içersinde, amcamın, sigarasını pencere yakınlarında değil de dip
odalardan birinde içmesi konusundaki uyarısı üzerine, eniştemin
havalanışını anlatmak… Haydi, toplayın bavulları, Sivas’a
dönüyoruz. İçine n’ederim şu manyakların İstanbul’unun!...
diye tutturup ablamla annemi eline ayağına kapanmak zorunda
bırakışını söylemek. Arifiye istasyonunda gecenin on ikisinden
bilmem sabahın beşine altısına kadar süren sıkıntılı
bekleyişten, demiryolunun karşı geçesindeki otların arasından
fırlayıp üstüme geliyormuş izlenimi veren ateşböceklerine karşı
kendimi yalnızca gözlerimi yumarak savunmaya kalkışırken dalıp
gidişimden söz etmek… Haydarpaşa garının mahşeri kalabalığında
amcamın ağzı açık ayran budalaları gibi sağa sola bakacağımıza,
el ele tutuşup yürümemiz, bir kaybolursak alimallah kendimizi
hangi batakhanede bulacağımız konusundaki uyarıları… Telaş telaş
kendimizi attığımız vapurun penceresinden gördüğüm uçsuz
bucaksız mavilik… Dört köşesinden kavradığı çivit rengi
muşambayı yere yayarak irili ufaklı bir deste tarağı bilmem kaç
kuruşa satan adamın, çoğunu çözemediğim laf cambazlıları…..
Tıkış tıkış bir tramvayın makaslarda iyiden iyiye azıtan
sarsıntısının insanın açlık duygusunu körüklemesi… Kaybolurum
diye şöyle bir pencere önüne gidip dışarıyı izlememe bile izin
vermeyen amcamın, kaçırırız korkusuyla önüne gelene, bir sonraki
durağın Laleli olup olmadığını sorması. Bir başka yer
söylendiğinde de osurayım Gülhanesi’ne! Diye omuz
silkmesi… Bunlar arkadaşlara anlatılacak şey
miydi?..........................
(bu öykü toplam 9
sayfadan oluşur, burada yayınlanan kısmı ilk iki sayfayı
kapsamaktadır)
|